Tevfik Fikret’in 2 Şubat 1899 yılında dostu Süleyman Nazif’e yazdığı mektubu bilirsiniz. Yeis diyerek başlar ve üzüntüsünü dile getirirken, memleketteki basına, siyasete dair karakter zafiyetinden dem vurur. Aradan 113 yıl geçti ve benim ülkemde halen yaşananlar ‘yeis’ dedirtecek bir mektup yazacak kadar acı veriyor. Yüzlerce yaşanmışlığın arasından sadece iki örnek vereceğim.
Geçtiğimiz günlerde Başbakan Erdoğan bir TV programına konuk oldu. Kendisine ‘Baykal mı, Kılıçdaroğlu mu daha iyi muhalefet lideri’ diye soruldu. Her halinde belli ki daha önce konuşulmuştu. Başbakan ‘Bunu değerlendirmek bana düşmez. Ama hatırlayın Sayın Baykal’ın görevi bıraktığı süreci. Sayın Kılıçdaroğlu bir gün önce aday değilim dedi, ama aday oldu’ diyerek yanıt verdi.
Mehmet Barlas ‘aslında yanıt verdiniz’ deyince Başbakan şöyle dedi: ‘Ben bir karakter analizi ortaya koydum.’ Peki sonra? İç siyasette rahatlıkla yaşanabilecek bu durum Sayın Başbakan’da rahatsızlık yaratmışken, karşısındaki gazetecilerden bir tanesi bile şunu söyleyemedi:
“Bu politikanın cilvesi olarak açıklanamaz mı? Eğer burada bir karakter analizi söz konusu ise, siz de Libya’da Nato’nun ne işi var deyip, Nato’ya onay verdiniz. Oslo görüşmelerini iddia olarak nitelendirip, kanıtlamayanı müfteri ilan ettiniz, sonra kendinizin gönderdiğini söylediniz. Rasmussen’in Nato Genel Sekreterliği için giderken ayrı, gelirken ayrı demeciniz oldu. BOP eşbaşkanı olduğunuz kendi grup toplantınız dahil, her yerde söylediniz, sonra ilgim yok dediniz. Peki bunlar çelişki değil mi?
Elbette kimse bu soruyu soramadı. Başbakan’a karşı dili tutulanlar Ana Muhalefet Partisi Lideri’ne laf çakmış olmanın gururuyla diğer soruya geçtiler. Diyelim ki, onlar sormadı, ya ertesi gün basın? ‘Başbakan’a sorulamayan sonu’ diye başlıkları görünce ümitlenmiştim. Ama detayına bakınca bunun Muhteşem Yüzyıl diziyle ilgili olduğunu gördüm. İşte o zaman ‘Yeis, yeis, yeis’ dedim.
Gelelim ikinci konuya… Başbakan Yardımcısı Ali Babacan çıktı ve yine ipe sapa gelmez rakamlar içinde şu talihsiz tespiti ortaya koydu: “Türkiye’de yoksul yok herkes zengin ve genç işsiz de bulunmuyor. Altın da ihracat…” Şimdi bunu neresinden tutarsınız?
Yine güzide medyamız Babacan’a şu örnekleri veremedi: “Kısa süre önce İran’a altın satışının bir ihracat değil, ödeme biçimi olduğunu açıkladınız. Şimdi fikrinizi değiştiren neydi? Genç işsizliğe gelince, bunun gerçek olduğuna inanıyor musunuz, zira seçimler öncesinde ve ortadan kaybolduğunuz süreç öncesinde genç işsizliğin problem olduğuna dikkat çekiyordunuz.
Bu ülkede 13 milyona yakın kişi yatağa aç girerken, hangi veri ile yoksulluk olmadığını söylüyorsunuz? Kriter olarak koyduğunuz 1 doların altında gelir seviyesi olmamak sizce doğru bir tanım mıdır? İnsanlar çok borçlu ve intihar noktasında.
Örneğin Karapürçek ilçesine bağlı Mesudiye Köyü’nde 10 bin liralık banka borcunu ödeyemediği için kendini asan öğretmen sizce zengin mi ya da 12 yaşında 5. Sınıf öğrencisi bir çocuğun (F.D.) okul masraflarını karşılamak için hafta sonları Taksim’in ortasında, soğuktan korunmak için bir kolinin içine girip su ve sakız satması, bir yandan da ders çalışması aşırı gelirden mi kaynaklanıyor?”
Elbette kimse bu soruları sormadı ve söylendim kendi kendime: Yeis, yeis, yeis… Sonra bu soruları sormayan gazetecilerimiz dönüp plazalarına, sıcak koltuklarını ısıtmaya devam ettiler. Ey Usta! Ey Tevfik Fikret! Haksız mıyım? Gel de beraber söyleyelim Ankara’ya doğru: Yeis, yeis, yeis.
Bir ülke yönetirken o an ki politik şartlara göre değişik kararlar verebilirsiniz, önce esadla dost olup sonra yaptıkları ve sonuçları ile değerlendirip sonrasında dostluğunuzu bitirebilirsiniz, ülke yönetimi ülke menfaati ne gerektiriyorsa onu yapmayı gerektirir.
Kılıçdaroğlu’nun ki ise politika cilvesi değil, bir oynalıktan başka birşey değildir kanımca.
13 milyon aç felan geçiniz bunları , komik oluyor. Siz nerede yaşıyorsunuz?