Türkiye şimdi yeni bir ekonomik modeli konuşuyor. En azından öyle olduğuna inanmak istiyorum. Dünyada sıcak paranın kesilmesi ve daha da kesilecek olmasının getirdiği realiteyle sanayiye dayalı bir ekonomi modelini tartışır hale geldi.
Yıllardır bu makas değişikliğini savunan biri olarak bunun çok geç de olsa doğru girilmiş bir yol olduğunun altını çizeyim.
12 senedir TV programlarını ‘şartlar ne olursa olsun paranızı ticarete, üretime yatırmaktan, işinizi layıkıyla yapmaktan ve vatandaş olup hakkınızı aramaktan vazgeçmeyin’ diyerek bitiren ve bugün üretimden bahsedenlerin hışmına uğrayan bir gazeteci olarak müsterihim.
Fakat gerek finans zirvesindeki söylemler, gerekse de yine gerçekleri görmezden gelerek ortaya konulan eğilim bende tedirginlik yaratmıyor değil.
Öncelikle Babacan’ın ekonomi politikalarının temeline cari açık ve enflasyonu koyması, temellendirilmediği sürece yine bir takım riskleri bünyesinde barındırıyor. Cari açık konusunda enerji giderleri kolaycılığına tek başına kaçar; enflasyonu da rakamdan ibaret görürseniz, varacağınız tek yol, yine çıkmaz sokaktır.
Tıpkı ‘ar-ge yapalım’ deyip, bir günde bunu başarma olanağınızın olmadığı gibi, cari açığı da salt enerji ithaline bağlayıp, Başkent Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Birol Kılkış’ın ifadesiyle 40 – 50 yıllık stratejilerinin üzerine oturtmazsanız, yine açıkta kalırız.
Türkiye’nin sektör yaklaşımı, finansman yapısı, üretime inançla ilgili eksiklikleri ve bilimi reddetme huyundan vazgeçmesi gerekiyor. Her önüne gelene ‘sanayi stratejisine geçiyoruz’ diyerek destek vereceğiniz modeller, ancak daha çok para ve firma batırmanıza neden olur. Bu yapı da ‘mış gibi yapmaktan öteye’ geçmez.
Ortada bir niyetlenme gözükse de, savruk, ‘denize düşen yılana sarılır’ cinsinden ve günübirlik icraatlar peşinde koşan bir tavır ortaya koyuyor. Eğer gerçekten bir üretim ekonomisine geçilecekse, kâğıt doldurmak için değil, hakikati içerecek şekilde sanayi, tarım, işgücü envanterlerinin çıkarılması, nüfusunun tam olarak bilinmesi ve tanımlanması şart.
Ancak bunun üzerine eldeki veriler ışığında bir model oluşturulabilir. Gelecekte olmak istediğimiz sektörlerin belirlendiği, teşviklerde onlara pozitif ayrımcılık yapıldığı, verimlilik esasının öne alındığı ve verimlilikten haklarını kısıp,işçiyi daha çok çalıştırmanın anlaşılmadığı bir bakış açısına geçmemiz gerekiyor.
Aksi takdirde ‘sanayi ve ihracat odaklı’ olmak adına, yüzde 30 kapasite ile çalışan sektörlere dün olduğu gibi teşvik verir; ihracat pazarlarının daralmanın ötesine geçip, yok olma aşamasına geldiğini göz ardı eder; firmalara gereksiz yatırımlar yaptırır ve batmalarına neden olursunuz. Nitekim söz konusu kesim şu an 210 milyar dolar ile borç batağında…
Çünkü konjonktür ve gelecek ekonomik resim, firmaların büyümekten çok, mevcudiyetlerini korumasının daha elzem olduğu koşulları beraberinde getiriyor. İlk hedef olarak firmaları ayakta tutmayı, çalışanların haklarının verilerek, yani gasp edilmeyerek ekip ruhunu yaratmayı esas almalıyız.
Yoksa yine kaş yapayım derken göz çıkarabiliriz. Ben testi kırılmadan tekrar hatırlatmak isterim. Ekonominin içine insanı koyun ve gerçeklerle yüzleşin. Sorunu kabul etmeden, çözüm konuşamazsınız. Bu ülkeyi tüketim toplumu haline nasıl getirdiyseniz, kuru bir sanayileşme yaklaşımı da farklı bir sonuç vermez.
Bu nedenle tarafları daha çok dinleyen, DEİK’i siyasetin malzemesi yapmaktan kaçınan, planlı ekonomiye inanan, ülkeyi çalışanıyla, işvereniyle, tüketicisiyle siyasetçisiyle ekip olarak gören bir anlayışa bürünmelisiniz. Ve mutlaka elinize veri alıp, ne yapacağınızı karar vererek yola çıkmalısınız.
En önemlisi, dünyanın 1920’lerin şartlarına geri döndüğünü düşünerek, eski diye nitelendirdiğiniz Türkiye ile kavga etmeyi bırakıp, ne yaptığına bakmalısınız. Tüm bunları yapmadan varacağınız sonuç ortada. Herkesin bildiği bir söz vardır: “Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince, diğerleri de yanlış gider.”