Türkiye, televizyon ile ilk 1952 yılında tanıştı. O gün için büyük bir olaydı; ama siyah beyazdı… Sonrasında dünyada farklı teknolojiler gündeme geldiğinde, eskisini bize satmışlar, bir güzel de reklamını yapmışlardı. Yani çöp satın aldık.
Â
Elbette bu süre içinde üretmeyi de hiç düşünmedik. Fakat biz tüketirken, dünyada yeni teknolojilerin alt yapısı üzerinde çalışmalar dahi yapılıyordu.  Kendi ülkesinden kovulan Migros’a özel kanun çıkaran bu memleket, nedense başkalarının terk ettiğini sahiplenmeye çok meraklı…
Nitekim benzer süreçleri farklı alanlarda hep yaşadık. Bir örnek daha: Tekstil… Avrupalı tekstili terk ederken, nano teknoloji üzerinde çalışmaya çoktan başlamıştı. Fakat bize üretimi devrettiler.
Elbette bu reklamla birlikte, bir anda Türkiye ikinci el tekstil makinelerinin çöplüğü haline geldi. Çünkü yine araştırmadan, bakmadan havucun üzerine atlamıştık. Kötü mü oldu; tartışılır. Böyle mi olmalıydı? Tartışmasız hayır.
Åžimdi hepsinden daha tehlikelisi gündemde… Nükleer santral… Türkiye’nin ilk nükleer santralinin, ilk temeli Mersin Akkuyu’da atıldı. Burada nasıl iliÅŸkiler olduÄŸu dahi bilmece konusu… Çünkü ilginçtir Galatasaray’ı bir Türk bankası üzerinden ele geçirmek için kredilendiren Ruslar, bütün iliÅŸki silsilesi içinde Mersin’i de baÄŸlamıştı.
Çernobil konusunda sicili bozuk bir ülke ile, tamamen kontrolümüzün dışında, yakın zamanda Japonlar’ın uyarılarına rağmen nükleerin temelini attık. Üstelik bizi uyaran Japon halkını da dinlemedik. Zira arkadan da Japon yatırımı geliyor. Fakat Ruslar ile ilişki bir garip. Kontrolsüz, devletlerarası anlaşma ile aradan kaçırılmış bir yapı… Neden?
Öte yandan tüm risk üzerimizde… Yani olası bir çevre felaketinde can ve mal kaybımızın ne olacağını bilmek mümkün değil. Bakan temeli atarken açıklamış: 9 şiddetinde bir depreme dahi dayanıklı olacakmış.
Daha yaptığı sınavın sorularına sahip çıkamayan bir yönetim anlayışının, deprem güvenilirliğinden bahsetmesi zaten yeterince komik ama, bunun salt enerji meselesi olmadığının emareleri de ortada…
Yüzde 90’ı görevsiz barajlar inşa eden, bunun için borç alan, faiz ödeyen, çekilmiş hattaki elektriğin neden kesildiğini aradan günler geçmesine rağmen açıklayamayan, tüm uyarılara rağmen özelleştirme ısrarıyla imtiyaz dağıttığı, dağıtım şirketlerine söz geçiremeyen bir bakanlık, nükleer gibi bir konuda güvenlikten ve enerji ihtiyacından bahsedemez.
Ayrıca madem enerji ihtiyacı var ve madem nükleer tesis takıntınızdan vazgeçemiyorsunuz; eski teknoloji ile risk almanın anlamı ne? Japonya’da son yaşanan olaydan da mı ders almadınız? Üstelik bir kaza olmasa dahi, çevreye yapacağı zararın bedelini nasıl ölçüyorsunuz?
Türkiye’nin nükleer tartışması yine siyah beyaz televizyon ya da ikinci el tekstil makineleri gibi çöp niteliğinde… Fakat bu sefer zarar sadece ekonomik değil. Çok daha büyük riskler barındırıyor.
Dünya ise nükleer enerjide yeni bir boyuta geçti. Ülkemize yeni (!) diye sunulan ve büyük riskler barındıran zenginleştirilmiş uranyum ihtiyacı olan yapılar… Uranyum başlıkları ile de bir felakete kapı aralar nitelikte…
Oysa dünya bugün hidrojen esaslı nükleer reaktörleri konuşuyor. Dikkat; bunların atığı da helyum… Doğada bulunduğu için de çevreye duyarlı bir özellik sergiliyor. Ayrıca birçok uzman atom bombası üretmeyecekseniz, nükleer tesislerin fizibl olmadığı konusunda da ısrarlı. Ama diyelim ki yanılıyorlar.
Peki Şimdi soru şu: Madem nükleer takıntınız var, uranyum başlıklı tesislere mahkûm muyuz? Bilimsel makaleler ve çalışmalar olmadığımızı gösteriyor. Detayı uzmanların işi…
20 Nisan Pazartesi günü Ulusal Kanal’daki Ekopolitik programımda, bu makaleleri Türkçe’ye çeviren, geçmiş yıllarda bakanlık nezdinde müşavir olarak hizmet veren bir ismi ağırlayacağım. Meraklısının bu yayını takip etmesini öneririm.
Ama şu bir gerçek ki, iktidarın bu detaylara takılmadığı açık… Onlar nedenini bilemediğimiz bir çerçevede bu konuda ısrarlılar. Bize ise çöpün bedelini ödeyip, sahip olmak ve tüm riskini de üstlenmek kalıyor.
Çok geç olmadan temeli atılan bu girişim durmalı ve mutlaka gerekiyorsa, dünyadaki gelişmeler çerçevesinde konu uzmanlarla tartışılarak, son gelişmeler ışığında gündeme alınmalı.
Neden mi? Malûm bu iktidar önce ısrar edip, sonra kandırıldığını ya da saf olduğunu iddia ediyor. Saflığın bedelini can, çevre ve toprak kaybıyla ödemeyelim.