Euro Bölgesi’nin 17 silahşoru kriz politik düzeylere tırmanınca kıpırdanmaya başladılar. Bu 17 silahşorun üç cephede savaşı devam ediyor. Birincisi, piyasalarla boğuşuyorlar. Hedef sorunlu ülkelerin borçlarını çevirebilecek ve batışlarını engelleyebilecek nitelikte tek kurum olan finans sektöründe panik yaratmamak. İkincisi, kapılarını çalan ekonomik durgunluktan kurtulmak istiyorlar. Üçüncüsü ise seçmenleri ile süregiden savaşlarından yara almamak için çabalıyorlar. Bazı ülkelerde vergi gelirlerini başkalarının kurtarılmasında kullanmak istemeyen, bazılarında ise alınan önlemlere karşı çıkan seçmenlere karşı hata yapmamak için mücadele ediyorlar. Ne var ki, bu üç cephedeki savaş giderek genişliyor. Şimdi iş politik alana doğru sürüklendi. Bazı başbakanlar koltuklarını kaybetmeye başladılar. Sırada olanlar ise savaştıkları cephelerde bir şeyler yapma ihtiyacındalar.
TEKNOKRAT HÜKÜMETLER
En son buldukları formül “teknokrat hükümetler” kanalıyla piyasalara can suyu vermek şeklinde ortaya çıkıyor. Kendileri mi buldular ya da başkaları mı empoze etti bilinmiyor. Papandreu’nun başbakanlıktan çekilmesinden sonra ilk uygulama başladı. Sıra şimdi Berlusconi’de. Kanımca bu yayılma giderek artacak. Avrupa krizden geçiş süresince teknokrat başbakanlar tarafından yönetilmeye doğru bir eğilime girecek. Böylece bir yandan alınacak önlemlere karşı çıkan seçmenlerinden gelebilecek tepkiyi önlemeye çalışacaklar, öte yandan ise piyasalara güven verme çabasına girecekler. Modelin çalışıp çalışmaması önemli değil. Geçici bir süre piyasaları sakinleştirirlerse dipten çıkabileceklerini düşünüyorlar. Aynı zamanda da “ölümcül hata” yapıp seçmenlerini kaybetmeme formülünü de bulduklarını sanıyorlar. Teknokratlardan kurulu hükümetlerin arkalarında güçlü siyasi irade olmadan başarı şanslarının bulunmadığını çok kişi kabul ediyor. Ancak bu kaostan başka çıkış yolu da yok. Avrupa’da politik algılamalar, yapısallar ve kafalar değişmeden krizden çıkmanın ve ülkelerini iyi bir şekilde yönetmenin çok güç olduğu gerçeğini bir kez daha gözleyeceğimizi sanıyorum.
Böylesi kötü duruma düşmek
Londra’da bazı otel ve lokantaların Yunan bankaları tarafından verilmiş kredi kartlarını kabul etmediklerine dair haberler insanın yüreğini burkuyor. Bir ülkenin düşebileceği en kötü durumu yansıtan bu gelişmeler bana 70’li yılların sonundaki Türkiye’yi anımsattı. Yaşayanlar hatırlarlar herhalde. Türkiye 1978 ve 1979 yıllarında borçlarını ödeyemez durumda iken biz de aynı olaylarla karşılaşırdık. Belki o zaman kredi kartları yoktu ama bazı yabancı firmalar nakit döviz olmadan işlem yapmazlardı. Sizlere iki örnek vereyim. Türk Hükümeti’ni temsilen ABD’ye gitmek için bize yalnız İskandinav Hava Yolları (SAS) bilet verirdi. Diğer hava yolları, seyahat şirketleri aracılığı ile alınan bu biletlerin paraları ödenmez korkusuyla bizlere bilet kesmezlerdi. Bir keresinde havaalanında bizi tanıyan alacaklılardan birinin, o zamanki Maliye Müsteşarı rahmetli Vural Güçsavaş’ın yakasına yapışarak “paramı verin” diye haykırışı kulaklarımdan hâlâ gitmiyor. Dedim ya Allah kimseyi bu hallere düşürmesin.