Türkiye, ekonomide rotasını iyice şaşırdı. Bir morfinman misali, ihtiyacını gidermek için neler kaybettiğine bakmaksızın paranın peşinde koşuyor. Sıcak para hastalığını gideremeyen, bu uğurda milli servetlerini tek tek elden çıkaran ülkemizin en kârlı sektörünün ne olduğuna bakarsanız, fotoğrafı da çok net görürsünüz: Bankacılık…
Kriz dönemlerinde bile kârını katlayarak çoğaltan, yarısı yabancı kuruluşların eline geçen bankacılık sektörünün, önümüzdeki süreçte yeni katılımlarla birlikte tamamen kontrolden çıkacağı görülüyor.
BDDK’nın geçen yıl Bank Audi’ye lisans vermesinin ardından, finans sisteminde kuyruk oluştuğu belirtiliyor. 4 yabancı bankanın lisans almak için BDDK’nın kapısında olduğu dile getirilirken, 5 yıl içinde 25 milyar dolar kaynak sağlamayı taahhüt ettiği ifade ediliyor.
Devletin resmi rakamlarına göre 2002 yılında ülkeye 35 milyar dolar sokup, 2007 yılı sonunda 65 milyar dolar götüren Amerikalı yatırımcılar gerçeği önümüzdeyken, bunu bir başarı ve ekonomik güç olarak nitelendirmek ne kadar doğru? Bir zamanlar iç hortumları konuşuyorduk, anlaşılan o ki önümüzdeki yıllarda olası bir buhran sonrasında da dış hortumları masaya yatıracağız.
İşin en anlaşılmaz (!) yanı ise Yabancı Sermaye Derneği’nin Türkiye’nin bu yıl 16 milyar dolarlık doğrudan yabancı yatırım seviyesini aşabileceğini açıklamış olması… Peki siz bu doğrudan yatırımların içinde, mesela bilişim sektörüne, kimya sektörüne ya da uzay çalışmaları sektörüne yönelik bir başlık gördünüz mü?
Gelen ya bankacılığa, ya enerjiye ya da perakende sektörüne geliyor. Utanmasalar otopark ihalelerine bile girecekler. Neden? Çünkü hepsi sıcak ve peşin para temelli özellik peşinde koşuyorlar. Geliyorlar, bir koyup üç alıp gidiyorlar.
Ayrıca gelenlerin de yeni bir yatırım yaptıklarını görmek istisnai bir durum haline geldi. Çoğu özelleştirmeler yoluyla mevcut tesisleri satın alıyorlar. Bunların içinde bu tesisleri kapatıp, Tekel gibi ithal ikameli politikalar uygulayanlar bile var.
Peki Türkiye’de bankacılığın sektörün yarısına yakın hakimiyeti karşısında, reel sektörün manzarası ne? İnsanlar ticari ya da yatırım kredisi alabilmek için deveye hendek atlatıyorlar. Bakınız daha gözümüzün önünde 65 bin çiftçinin ortak olduğu ve 1952 yılında kurulan Adapazarı Şeker Fabrikası’nın ağustos ayında özelleştirilmesi konuşuluyor.
Niye? Çünkü düşük kota uygulaması nedeniyle fabrika atıl kapasite ile çalışıp, zarar ettirildi. Şimdi muhtemelen özelleştirilip, kapatılacak. Borcunu ödeyemediği için darboğazdaki çiftçi, esnaf, KOBİ, hatta ödemelerini alamadığını için zorlanan holdingler nasıl bir fotoğraf veriyor?
Ama yabancılar bankacılık sektörüne akın ediyorlar. Neden? Tüketici borçlarına baktığınızda bunun da yanıtını buluyorsunuz. 6 Temmuz itibariyle tüketicilerin banka ve finans kuruluşlarına olan toplam borç yükü 250 milyar TL sınırına dayandı. Cari fiyatlarla baktığınızda bu rakam, öngörülen gayri safi yurtiçi hasılanın beşte biri… Yani battığımızın resmi…
Sonra da birileri beş çocuk isterken, TÜSİAD’ın nüfus uyarısına medya ‘yine Başbakan’ı kızdıracak’ diye manşet atıyor. Dünya Bankası sanki Mesleki Yeterlilik Kurumu üzerinden geleceğe yönelik politikaları oluşturmuyormuş, eğitimi piyasaya açmıyormuş gibi uyarıyor:
Türkiye’nin en önemli sorunu genç nüfustaki yüzde 18’lik işsizlik… Bu rakam, dünya ortalamasının çok üzerinde… Tam tavşana kaç, tazıya tut politikası… Peki Türkiye ne yapıyor? Bir gecede çekip gidecek, bankacılık, perakende gibi sektörleri halen doğrudan yabancı sermaye statüsüne koyuyor. Ne güzel memleket ama…
Sürekli yazıp, söylüyorum, bıkmadan tekrarlayacağım. Bu kafayla Yunanistan’a çok ağlamayın ya da komşuyla çok dalga geçmeyin derim. Yarın çanların kimin için çalacağı hiç belli olmaz. Bir bakmışsınız, Yunanistan’ın, İspanya’nın faturası sizin önünüze konulmuş…
aynen katılıyorum sayın kardeşim.şu anki ekonomik durumu başarı görenler utansın, yüzleri ve ar damarları varsa