Maliye politikasının gerektiğinde kuvvetli bir fren aracı olacağını unutmamakta yarar var.
Bir düşünün: ABD Merkez Bankası (FED), birkaç ay sonra, yakın gelecekte faizleri arttırmaya başlayacağı sinyalini verse ne olur? Türkiye açısından hiç hoş olmayacağı çok açık. Oysa FED’in faiz arttırmayacağını biliyoruz. Son zamanlarda yaptığı tüm açıklamalar, bu işin 2014’e sarkabileceği yolunda. Gerçi başkanlık seçiminden sonra ne olur bilinmez ama ona da çok var. Peki, Yunanistan birkaç ay sonra euroyu terk etmek zorunda kalırsa?.. Portekiz de Yunanistan gibi iflasa sürüklenirse?.. Türkiye yine zor günler yaşar, değil mi?
Ocak ayına ilişkin ödemeler dengesi verilerinden alınacak önemli bir ders var. 2011 Temmuz–2012 Ocak döneminde cari işlemler açığımızın finansmanında büyük sorun yaşadık. Üstelik bu sorun finansman ihtiyacı arttmıyorken, yani cari açık yükselmiyorken ortaya çıktı. Aylık oynamalardan arındırarak değerlendirebilmek için her ay itibariyle son üç ayın toplamına bakıldığında, net finansman, en son haziran ayında finansman gereksinimimizin üzerindeydi. Sonra, aylık oynaklık göstermesine karşın, net finansman, gereksinmemizi karşılamanın hep uzağında kaldı. 2011 Temmuz–2012 Ocak döneminde ortalamada net finansman, finansman ihtiyacımızın ancak yüzde 60’ı kadar oldu.
Nedenini bilmeyen yok. 2011’in ikinci yarısında Avrupa’daki kriz nedeniyle uluslararası finansal piyasalar gerginleşti. Yabancı yatırımcıların risk alma iştahı belirgin biçimde düştü. Yükselen piyasa ekonomilerinden ‘taslarını taraklarını alarak’ çıktılar. Ya da ‘yeni tas ve tarak getirmediler’. Bu çerçevede, cari işlemler açığı yüksek olan ve bu açıktan doğan finansman ihtiyacı ağırlıklı olarak kısa vadeli borçla finanse edilen Türkiye de gözlerine battı. Bu nedenle yukarıda değindiğim tablo ortaya çıktı. Türkiye’ye net sermaye girişi azaldı. Bunun en bariz etkisi, döviz kurunun artması olarak yaşandı. Yarısı euro, yarısı dolardan oluşan döviz sepetinin değeri bir ara 2.20 liraya çıktı. Merkez Bankası gecelik faizlerin yüzde 12 dolaylarına gelmesine izin vermek zorunda kaldı ve döviz satma yönünde birden fazla müdahale yaptı.
Şubatta ve içinde bulunduğumuz martta Türkiye’nin benzer bir sorun yaşamadığı açık. Döviz kurundaki gelişmeler, bu tür bir sorunla boğuşmadığımızı net biçimde ortaya koyuyor. Döviz sepeti 2.20’den 2.02’ye kadar geriledi. Şu sıralar 2,06 dolaylarında geziniyor. Temel neden, Avrupa Merkez Bankası’nın hem aralık ayının sonuna doğru hem de şubat sonunda Avrupa’daki bankalara yaklaşık 1 trilyon euro tutarında üç yıl vadeli borç vermesi. Likidite desteği uluslararası piyasalarda risk alma iştahını tekrar arttırdı.
Türkiye, ekonomik istikrarının ve büyüme oranının, uluslararası risk alma iştahına bu denli bağımlı olmasından kurtulmak zorunda. Elbette bunu söylemek kolay, yapmak zor. Gereken derin reformları sayacak falan değilim. Daha oralara gelmeden, işin alfabesinden başlamak gerekiyor. 2010’un ikinci yarısında ve 2011’in ilk yarısında büyüme oranı doludizgin giderken yapmamız gereken, bir miktar frene basmaktı. Oysa 2011’in özellikle ilk yarısında frene basmayı kendine tek dert edinen Merkez Bankası oldu. O da dert ettiğiyle kaldı. Para otoritesi dışında biraz olsun frene basma çabası içinde olan başka bir kurum gördünüz mü? O fırsatı kaçırdık; artık fren ihtiyacı yok.
Yok, ama bu deneyimden de alacağımız ders var. İlk başlamamız gereken yer dolayısıyla anlayışımızı değiştirmek olmalı. İyi günlerin hep sürmeyeceğini öğrenmek gerekiyor. Maliye politikasının gerektiğinde kuvvetli bir fren aracı olacağını unutmamakta yarar var. Yoksa freni var gücüyle yabancı yatırımcılar yapıyor; araçtakiler ön camdan dışarıya fırlayıp kafa travması geçiriyorlar.