Kapitalizmin yaşadığı üçüncü büyük kriz olan Küresel Kriz sistemin lokomotifi konumundaki ABD’de başladı. ABD yönetiminin krize karşı önlemleri parasal gevşeme yönünde oldu. İki ayrı parasal genişleme paketi açıldı ve piyasalar adeta paraya boğuldu. Ne var ki sonuçlar tam olarak beklendiği gibi olmadı. Bunun temel nedeni sermaye hareketlerinin serbest bırakılmış olmasıydı.
Sermaye hareketlerinin serbest olmadığı bir ekonomide eğer parasal genişleme yönünde bir politika uygulanırsa piyasaya sürülen paralar o ekonominin canlanmasına yol açabilir. Toplumda eline fazla para geçen kişiler ve kurumlar bu paraları harcayarak ekonominin canlanmasını sağlarlar. Ne var ki sermaye hareketlerinin serbestliği piyasaya sürülen bu paranın ABD içinde harcanmasına yol açmaktan çok yüksek faiz veren başka ekonomilere akmasına yol açıyor ve öyle olunca da beklenen canlanma ortaya çıkmıyor. Sonuç böyle oldu ve ABD’de artan likidite başka ekonomilere aktı.
Likiditenin yer değiştirmesi küresel krizin Avrupa’ya yayılmasıyla yavaşladı. Çünkü Avrupa, likiditenin önemli kaynaklarından birisiydi. Kriz bu merkezi de vurunca olay boyut değiştirdi ve pek çok şey tıkandı. Üstelik Avrupa’da yaşanan ve borç yükü kaynaklı olarak ortaya çıkmış olan kriz, ABD’nin yaşadığı krizden çok daha ciddi ve çok daha uzun süreli olacak gibi görünüyor.
Krizin sarstığı Avrupa’nın krize karşı aldığı önlemler de ABD’nin aldığı önlemlerden çok farklı değil. Önce Yunanistan’ı kurtarmak için bu ülkenin borçlarının bir bölümünü silmekten, parasal yardım yapmaya kadar uzanan bir dizi önlem alındı ve ardından bu krizden etkilenen Avrupa bankalarını desteklemek için faiz indirimi ve parasal genişlemeyi içeren önlemlere başvuruldu. Bu adımlar piyasada likiditenin bollaşmasına yol açtı.
Normal koşullarda piyasaya bu kadar fazla likidite sürüldüğünde birkaç sonuç ortaya çıkması beklenir. İlk etki talepte artış, tüketimde artış ve dolayısıyla enflasyonda artış olarak çıkar. İkinci etki talep artışını karşılayacak biçimde yatırımlara yönelecek kaynaklarda artış şeklinde kendini gösterir. Üçüncü etki de sermaye hareketleri serbest olduğuna göre yüksek faiz veren ekonomilere kaynak akışı olarak görülür. Şimdiye kadar bunların hiçbiri beklendiği gibi olmadı.
Bu eğilim uzun süredir Japonya’da yaşanan durumu hatırlatıyor. Japonya durgunluk içine girdikten sonra hükümetler yıllarca Keynesyen politikaları deneyerek bütçe açıkları verdiler. Buna karşılık Japonya’da hiçbir canlanma ortaya çıkmadı. Parayı eline geçiren Japonlar ya tasarruf ettiler, harcamadılar ya da paralarını yurt dışında getirisi yüksek alanlara yatırdılar. Bu yaklaşımları Japonya ekonomisine bir canlanma getirmedi. ABD ve Avrupa’da şimdilerde ortaya çıkan görünüm buna benziyor. Risk algılaması yüksek olduğunda insanlar ellerine geçen parayı harcamak yerine ya daha kötü günler için saklamayı ya da getirisi daha yüksek ekonomilere göndermeyi tercih ediyorlar. Ben buna “Japon sendromu” adını veriyorum. Şu sıralarda ABD ve Avrupa’da yaşanan olay aşağı yukarı bunun bir benzeridir.
Bu durumun biri iyi biri de kötü olmak üzere iki sonucu var. İyi olan sonucu: Enflasyon korkulduğu gibi artmıyor. Kötü olan sonucu: Ekonomi beklendiği hızla canlanamıyor.