Dünya, IMF’nin yeni patronunun kim olacağını tartışıyor. Esasen büyük olasılıkla da Lagarde seçilecek. Sadece ikna turları ile farklı bir politikanın hesabı yapılıyor. IMF’deki ABD-AB dengesi ve dünyada farklılaşan ekonomi gücü, dengeler üzerinden bir tartışmayı da beraberinde getiriyor.
Bu tartışmalar içinde herkesin ayrı bir hesabı var. 2008 yılında yaşananların öncesindeki IMF ile, bugün farklı bir anlam yüklenilen Uluslararası Para Fonu’nun aynı olmadığı tespitini ortaya koymak gerekiyor. Öncesindeki IMF, stand by anlaşmalarıyla ülkelere ekopolitik dikte eden, bunun karşılığında da borç veren bir yapı olarak öne çıkıyordu. Bir fon olma özelliğinin ötesine geçmiyor, sadece bazı küresel bankerlerin kötü yola düşürdüğü ülkelere giderek, politikalar dikte edip, onlar adına  imtiyazlar elde ediyordu.
Fakat küresel ekonomide, soygunun ortaya çıkması ve 1 Mart tezkeresinin TBMM’de reddedilip, dönüp ABD ve AB’yi vurmasıyla ortaya daha değişik bir tablo çıktı. Türev piyasalar odaklı soygun, yolculuğunda büyük bir darbe aldı. Bugün itibariyle baktığınızda ABD ve Avrupa ekonomisinin hiç de içinden çıkılır bir yanı yok. Gerek daralan piyasa yapısı, gerek borçlu insan ve ülke profili, gerekse de sosyal harcamaların yüksekliği, bu iki kutbun köşeye sıkışmasına neden oldu. Aslında kutup demek ne kadar doğru bilinmez. Zira Avrupalı şirketlerin sermaye yapılarına bakıldığında Amerikan ortaklıkların olması, bu iki aktörün esasen aynı tarafta olduğunu bize anlatıyor.
Elbette hesap edilmeyen bir başka detay daha var. Şirket Amerika ve şirket Avrupa… Bu iki kesimin kendi içerisinde yaşadığı güç mücadelesi, ekonomik darboğazla boğuşan coğrafyalarına inat yönetim bazında gerçekleşiyor. Rockefeller mi, Rothschild mi? Yani şirketin temelinde bir sarsılma yok. Sadece bir güç ve yönetim kavgası söz konusu… Onların hesabı ayrı… Ona geleceğim…
Fakat devletler IMF’ye kriz sonrası verdikleri regülatör göreviyle durumu kurtarmaya ve faturayı, diğerleri olarak gördüklerine ödetme hesabında. Nitekim adına kriz denilen soygun sonrası IMF’ye verilen bu görev ve misyon ile G-20’de İngiliz Dışişleri’nin ağzından kaçırdığı ‘G7’nin faturasını G-20’deki 13 ödeyecek’ açıklaması bağdaşıyor. Dünya ekonomisinde ağırlığını hissettirenlerin derdi, bir sonraki dönemi garanti altına almak. Mevcut dengenin sıkıntısı ise, faturayı gelişmekte olanlara yıkmak… Nitekim Lagarde’ın Brezilya ziyaretinde verdiği mesajlardaki koltuk dengesinin bu ülkelere kayması önerisi, tezi güçlendiriyor. Bu Türkiye için de geçerli… Koltuk demek, sadece oy anlamına gelmiyor. Havuza ağırlığınız oranında katkı yapmanız da gerekiyor.
Sıkışan Avrupa ve ABD’nin, bu kez de Avrupalı başkan olsun kaygısının temelinde de bu yatıyor. Faturayı ödetmek… Bunu da yeni rol biçilmiş IMF üzerinden yapmak. Gelelim şirket Amerika ve Avrupa’ya… Onlar operasyonel hareketlerini Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yürütüyorlar. Şimdi sıra Balkanlar ve Kafkaslar’da… Bu bölge de tıpkı bir önceki gibi Rockefeller – Rothschild mücadelesine sahne olacak. Fakat onların esas gözdesi gelişmekte olan ekonomiler. Bu operasyonlar sadece büyük ziyafete giden lokmalar. Sıra ile ve sabırla yürüyorlar. Kanıt isteyen Çin’in elektrik üretimini gerçekleştirdiği kömür madenlerinin hangi aileye ait olduğuna baksın. Türkiye mi? Komik olmayın, bu iktidarla bunun yanıtı vermek bile anlamsız. Ekonominin başındaki iki isme bakın. Ali Babacan ve Mehmet Şimşek.