Fütursuz Mirasyediler

Dişiyle tırnağıyla, çalışarak birikim yapan insanları düşünün. Belli bir servet edinmiş, bu servetini de yeni iş alanları açmak, istihdam yaratmak, vergi vermek, kısacası refahı paylaşmak üzere kullanmış.

Sonra gün olmuş, devran dönmüş fabrikalarını ve servetini çocuklarına devretmiş. Ama çocuk ipsiz… Ama çocuk tembel… Ama çocuk üzerine taş koymak yerine, olanı yemeyi alışkanlık haline getirmiş.

Ne bir iş tutabilmiş ne de böyle bir kaygısı var. Gece kulüplerinde para yiyen, zamanla kumara ve zamparalığa dadanan, bin bir emekle yaratılanı yemekle meşgul bir görüntü veriyor.

Oysa atalarımız ‘hazıra dağ dayanmaz’ diye ne de güzel söylemiş. Böylesine hayat hikâyelerini hep duymuş, görmüş ve yaşamışızdır. Genellikle de böyleleri sonuçta sefaleti kucaklar ve evdeki eşyayı da satışa çıkarır noktaya gelip ‘zürafanın düşkünü, beyaz giyer kış günü’ diye tanımlanan aşamaya gelir.

Şöyle portreyi gözünüzün önünde canlandırdığınızda, yaklaşımı doğru buluyorsanız sözüm yok. Ama eğer bu hayat tarzının yanlışlığını görüyorsanız, halen bir ümit var demektir. Çünkü Türkiye hızla bu noktaya gidiyor, büyük geminin içinde hepimizi de sürükleyerek.

‘Verimsizlik’ kavramıyla yola çıkılan özelleştirme yolunda geldiğimiz nokta ne yazık ki evdeki eşyaları satma aşamasıdır. Özelleştirmenin ilk başladığı yıllarda verimli işletilemeyen kamu kuruluşlarının, özel sektöre devredilerek ekonomiye kazandırılması konuşuluyordu.

Buradan elde edilen gelir yeni yatırım alanlarında kullanılacak, doğru yapılanmalarla belli bir noktaya getirildikten sonra, belki yeniden özel sektöre devredilecekti. Şüphesiz burada ortaya konulan hedef, özel teşebbüsün girmek istemediği alanların devlet eliyle yaratılması, daha sonra da kamunun denetçi rolünü üstlenerek, var olan kaynakları gelişme, istihdam gibi unsurlar için kullanmasıydı.

Peki biz bugün ne yapıyoruz? Elde avuçta ne varsa, yok pahasına satışa çıkarıyoruz. Elde ettiğimiz geliri de borç faizine yatırıp, sürdürülebilir borçlanmayı temin etmeye çalışıyoruz. Yani elektrik faturasını ödemek için, evdeki televizyonu satıyoruz.

Üstelik iş o kadar çığrından çıktı ki, stratejik kurumları satmaya başladık. Ardından yüksek gelir getiren kârlı kuruluşlara göz diktik. Emin olun ileride de tamamen yer altı kaynaklarını devreder pozisyona ulaşacağız.

Telekom’dan Tekel’e performans ortada… Fakat halkını gelir üzerinden vergilendirmeyi başaramayan, burada adaleti sağlayamayan iktidarlar, bir yanda dolaylı vergiler üzerinden haraç toplarken, öte yanda kârlılığı yüksek varlıklarımızı da satar duruma ulaştılar.

Bizim özelleştirmeye açtığımız alanlara müracaat eden yabancıların, o ülkelere ait kamu kuruluşları olması başlı başına bir çelişki yaratırken, Türkiye şimdi de ikinci darphanesi olarak nitelendirilebilecek yolları pazara döküyor.

Oysa özelleştirileceği söylenen, ama altyapı hizmetleri kamuya bırakılan otoyol ve köprülerin getirisi belli… 10 yılda 4,5 milyar TL… Nitekim iş o kadar ballı ki, özelleştirilmesiyle Türkiye’nin en büyük yerli gruplarının yanı sıra yabancı şirketler de ilgileniyor. Emin olun yerliler de tek başına girmeyecektir. Genellikle karşımıza yabancı ortaklı konsorsiyumlar olarak çıkıyorlar.

Son 10 yılda geliri yüzde 250 artış gösteren bir ürünü neden satarsınız? Hadi sattınız, yenilerini yapmak için ‘deprem vergisi mi’ toplayacaksınız? Bu sattığınız yol ve köprülerde Bakan Şimşek’in açıkladığına göre deprem vergilerimiz de var.

Şimdi çok net soruyorum. Deprem paralarını yollara yatırıp, özelleştireceğiniz bir meta için mi bizi ölüme mahkûm ediyorsunuz? Eğer böyle ise ve ülkede kimse de buna ses çıkarmıyorsa, üzgünüm ama biz ölmeyi bile hak etmiyoruz demektir.

[email protected]

Yorumunuzla Bu Yazıya Katkıda Bulunun

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir