Fikri mülkiyet hakları konusunda, uygulamaya yönelik sağlam adımlar atılmadan, Türkiye yerli katma değerini arttıramaz.
Türkiye ile Çin’i birbirine benzer kılan nedir? Hemen “canım, elbette, büyüme performansımız” demeyin. Bakın orada pek benzeşmiyoruz. Bana kalırsa, Türkiye ve Çin üretimlerindeki düşük katma değer açısından birbirleri ile kıyaslanabilirler. Öyle ya, alın Çin’deki iPod üretimini, hani şu yeni müzik dinleme cihazını. Eskiden walkman’de kaset çalardık, şimdi yerini iPod ve internetten müzik indirme aldı. Yapılan bir çalışmaya göre Çin, ürettiği iPod’un tanesini 150 dolardan satıyor. Bunun yalnızca 4 doları Çinli üreticilerin katma değerini oluşturuyor. Yani katma değer düşük. Halbuki iPod’da katma değeri yüksek parçalar da var. Bakın o taraf dışarıdan geliyor. Peki, Türkiye’de durum farklı mı? Değil. Gelin bakın nasıl değil?
Düşük katma değer
Türkiye, gümrük birliği anlaşması sayesinde, mavi yerküremizin, önemli bir otomobil üreticisi oldu. Artık dünyanın on altıncı büyük otomobil üreticisiyiz. Avrupa’nın altı numarasıyız. Üstelik çok sayıda, neredeyse sekiz marka otomobil üretiliyor memleketimizde. Türkiye otomobil üretiyor, her bir otomobil binlerce dolar değerinde, ama Türkiye’de üretilen her bir otomobile eklenen yerli katma değer yalnızca 250 euro civarında. Otomobil binlerce dolar değerinde ama yerli katma değer toplamın yalnızca küçük bir parçasını oluşturuyor. Otomobil işinde, aynı Çin’in iPod üretimi gibiyiz yani.
Bu günlerde buralarda üretimde katma değeri arttıracak adımların nasıl tasarlanabileceği her yerde konuşuluyor. Değer zincirinin katma değeri yüksek alanlarına odaklanılması gerektiğinin altı çiziliyor. Bu çerçevede, inovasyonun önemi mutlaka iki cümlede bir vurgulanıyor. Ama işin aslına fazla bakılmıyor. Ben fikri mülkiyet hakları konusunda, uygulamaya yönelik, sağlam adımlar atılmadan, Türkiye’nin yerli katma değerini arttıramayacağını düşünüyorum. Eşkiyalığa prim veren, üretimde yerli katma değerini arttıramaz. Yerli üretimini katma değeri yüksek alanlara odaklayamaz. Eşkıyanın hükümdar olduğu yerde, kuralsızlık boyunuzu aşar. Böyle ortamlarda, beşeri birikim ve yüksek katma değer olmaz. Böyle ortamlarda fikri mülkiyet hakları korunmaz. O zaman ne olur? Siz bir yenilik tasarlarsınız, bir ilaç bulursunuz. Başvuruyu bakanlığa yaparsınız, sizin formülü fotokopi ile çoğaltıverirler. Ne olur? Kimse ilaç araştırmalarına kalkışmaz.
Bütünleyici strateji
Türkiye, şimdilerde memlekette Ar-Ge gelişsin, inovasyona dayalı üretimin önemi artsın diye telaşla sağa sola saldırıyor. Ama ne yapmak istediğimizi tam da biliyormuş gibi durmuyoruz. Eksiğimiz, bütünleyici bir strateji gibi duruyor. Strateji ise önceliklendirebilme demektir. Herkes bir şeyler yapıyor ama daha önceden yapılması gerekenler yapılmadığı için, yapılanlar da heba oluyor. Türkiye’nin bana kalırsa, orkestrayı idare edecek bir mekanizmaya ihtiyacı bulunuyor. Bu çerçevede de fikri mülkiyet hakları konusunda Türkiye’nin verdiği sözleri tutabilecek operasyonel bir kapasiteye sahip olduğunu göstermesi gerekiyor. O yoksa, büyük yabancı şirketlerin, küresel değer zincirlerinin bu topraklarda yalnızca pazarlama birimleri olur. Üretim ve Ar-Ge ikinci planda kalır. O yoksa, üniversitelerimizde teknoloji transfer ofisleri bir işe yaramaz. O yoksa, sanayi üniversite işbirliği lafta kalmaya devam eder. Türkiye birikimini harekete geçiremez. İsraf olur. Yazık olur. Beşeri birikime bir şey olmaz, bir başka ülkeye hicret ediverir. İnsanlık faydalanır, memleket kaybeder.
Şimdi Türkiye’nin karar anındayız: Ya üç buçuk merdiven altı işletme ve bakkal ile 2023 hedeflerini yakalamayı deneyip, başarısız olacağız. Ya da 2023 hedeflerine küresel ölçekte rekabet eden çağdaş şirketlerle ulaşacağız. Karar sizin.
Dün birisi, “memlekette, gelişme potansiyali olan sektörler arasına neden sağlık sektörünü de koymuyorsun?” dedi. Sizce, Sayın Recep Akdağ’ın miyopik sağlık politikaları inovasyona odaklanmış üretimin tasarımında sağlık sektörünün önemini arttırır mı, azaltır mı? Ona da geleceğim.
Ne demiştim? Eşkıyalığa prim veren, katma değerini arttıramaz.