Türkiye, 24 Haziran seçimlerinin sonuçlarına istinaden yeni sisteme de geçiş yapmış oldu. Öncelikle ben halen güçlü bir parlamenter sistemden yana olduğumun altını çizeyim. Fakat ortadaki vakayı da görmezden gelmek mümkün değil.
O zaman süreçteki olması gerekenleri, yine gazetecilik sorumluluğu içinde belirtmek, mesleğimizin bir parçası ve bunu yapmak durumundayız. Sistem özetle baktığınızda her şeyin tek bir insana bağlandığı, Cumhurbaşkanı Yardımcıları’nın başbakan, ofislerin bakanlık, kurulların bakanlık personeli, bakanlıkların müsteşarlık, Meclis’in de komisyon haline dönüştüğü bir yapı halinde.
Meclis dağılımına ve yargıdan Sayıştay’a, üniversitelerden milletvekillerinin durumuna baktığınızda çok da kontrol edilebilir ve denetlenebilir bir yapıdan söz edemeyiz. Belki kağıt üzerinde öyle olduğu söylenebilir ama gerçek hayatta öyle olmayacaktır.
Bu aşamada birimlere gelecek insanların liyakati, vatan millet namusu gibi kavramlar hayati derecede önem taşıyor. Yani aynı sistemi uygulayarak, Türkiye’yi bilim, sanayi, teknoloji, hukuk gibi noktalarda yol alan bir hale de getirebilirsiniz; bir çöl devleti statüsüne de sokabilirsiniz.
İnsanların hızla gelişimine katkı sağlayabilecek bir yapıyı da kurabilirsiniz; kural ve hukuk tanımayan bir sistemi de pimi çekilmiş el bombası gibi ülkenin ortasına da koyabilirsiniz. Şunu belirtmek istiyorum ki bu insan kalitesi ve yaklaşımla ilgilidir. En önemlisi denetimi yok. Zaten bu sistemin temel hatası da burada. Devletler kişisel inisiyatiflere bağlı bırakılamaz.
Oysa niyet buysa, bunu rahatlıkla parlamenter sistemde de yapabilirsiniz. Niyetiniz yoksa ve elinizdeki malzeme ne denilirse yapan, fikir üretmeyen cinstense ortaya koyduğunuz sistemin çok da önemi yok. Biz biraz eğitimdeki sorunları görüp, üzerine çalışmak yerine okulları kapatan ve yeni okul binaları diken ve sorunu çözdüğünü düşünen bir yaklaşım içerisindeyiz.
Ankara’da işe aday kişilere, kulislerde dönen mücadeleye baktığınızda, adı geçen kişileri duyduğunuzda insanı ürkütmediğini söylemek mümkün değil. Adı geçen bazı isimlerin de ümitlendirdiğini vurgulamak gerekir. Çünkü normalde liyakat sahibi insanlar görev bekler. Onlara verilirse de gereğini yapar. Göreve koşulsuz talip olanların istisnaları olmakla birlikte pek bu fotoğrafı vermediği gözüküyor.
Fakat bu detaylara isimler, kurullar, ofisler ve yapılacaklar tam anlamıyla açıklamadan girmek önyargı olur. Bu açıklamaları bekleyerek analiz etmek gerekir. Burada en önemlisi tercihlerdir. Ben ekonomiyle ilgili olanlara ihtisasım gereği bir başlık açmak istiyorum.
Ne yazık ki AKP kadrolarının ve Cumhurbaşkanı danışmanlarının söylemlerine baktığınızda halen eski konjonktürde kalmış gözüküyorlar. Halen 2 binli yılların parasal genişlemesi gerçekleriyle hareket edip, dış siyasette yakarız yıkarız cinsinden, akılla, diplomasiyle bağdaşmayan, ekonomiye darbe vuracak eğilimler sergiliyorlar.
Öncelikle şunun altını çizelim ki, Türkiye söylendiğinin aksine zor bir ekonomik darboğaza giriyor. ‘Emredersiniz efendimcimler’ işin ne kadar farkında bilmiyorum ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın farkında olduğunu anlıyorum. Nitekim de öne çekilen genel seçimler de, erkene çekilmek istenen yerel seçimler de, ‘üstten bakmayı ayaklar altına almazsak yerle yeksan oluruz’ sözleri de bunun en güzel kanıtı.
Lakin diğerlerinin önemli bir bölümü, söylemlerinde halen dünyadaki gelişmelere inat, Türkiye’ye para yağacağını ve ülkemizin bu anlamda yıldızının parlayacağını anlatıyor. Bunun böyle olmayacağını elbette biliyoruz. Çünkü bu bizimle değil, dünya ekonomisiyle ilgili bir durum.
Bizimle ilgili olan kısmı, geçmişte yapıp yapmadıklarımızın ortaya çıkaracağı fatura ve çıktıdır. Lakin yaklaşım böyleyse, yeni sistemde de borç para ile saadet yaratma peşinde koşulacağı gözüküyor.
Sorgulanamayan, itiraz edilemeyen, fikir üretmek yerine fikre uyanların verdiği bir fotoğrafta 21. yüzyılın Türkiye’si adına çok ciddi riskler taşıyoruz. 2 binli yılların başında bir fırsatımız vardı. Dünya parasal genişlemeye geçmişken doğru tercihlerle dev bir üreten ekonomi yaratabilirdik.
Ne yazık ki bunu beceremedik. Hoş bazı aklı evvellere bakarsanız, özel sektörün ve vatandaşın borcu kamu borcunu bağlamıyor. Zaten onlara kalırsa iç borç diye bir şey de yok. Fakat bence bu zihniyetin bizi götüreceği tek yerin, asla tasvip etmediğim IMF kapısı olduğunu üzülerek söylemek durumundayım. Bugünkü gibi dolaylı yoldan değil, fiilen muhatap olmaktan bahsediyorum.
Çağı okuyamayan, son 50 yılın gerçekleriyle konuları yorumlayan, dünyanın da Türkiye’nin önündeki risklerin de 100 yıl öncesine döndüğünü göremeyen ve bunun akıl ve bilim ışığında yönetilmesi gerektiğine inanmak şöyle dursun, ‘her şeyin doğrusunu ben biliyorum’ diye yaklaşan bir zihniyet ve kadro en büyük riskimizdir.
Oysa Türkiye’nin doğru işleri yapması halinde, faturasını azaltabileceği, ödenebilir kılacağı ve en önemlisi bu yolla tam bağımsızlığını kazanarak dünyada üçüncü bir kutbu oluşturabileceği bir fırsatın ortasındayız.
Kulislerde adı geçen isimlere bakıyorum da, korkarım 2 binli yıllardan sonra yanlış bakış açısına sahip kişilerin tercihiyle, yeni bir fırsat daha kaçırmanın eşiğindeyiz. Hem de faturasının toplam bölümünde üç nokta olan bir fırsat ya da riskle.
Ümidim az; ama umarım akıl ve bilim galip gelir. Çünkü faturayı iktidarlar ödemiyor.