Türkiye ekonomisinde gerek siyasi tavırlar, gerekse de dolar / TL kuru üzerinden yaşananların ardından reel sektör akıllara geldi. Esasen üreten, ama ne ürettiğini de bilen bir ekonominin ne kadar önemli olduğu bir kez daha ortaya çıktı.
Şayet ekonomik olarak güçlü olsanız, direnciniz çok daha yüksek olduğundan bu tip olaylar sadece canınızı sıkar. Fakat biz ekonomik savaş modeliyle meseleyi anlıyorsak, bunda ortaya konulan tavır ve yaşananlar karşısında ne kadar savunmasız olduğumuzu da itiraf ettiğimiz anlaşılır.
Mesela bugün ABD’den ithal edilen ürünlere yüzde 100 vergi uygulaması getirildi. Doğru bir karardı ama ancak muhatabınızın canını sıkar. ABD’nin fütursuzca ‘hukuk tanımayan’ tavrı, güçlünün hukukundan kaynaklanıyor. Yani gerçek manada hukukla ve adalet duygusuyla ilgisi yok.
Tespit bu olmakla birlikte bu düzeysiz tavırla alevlenen sıkıntılar, bizim de hiçbir problemimiz olmadığı anlamına gelmiyor. Yani bugün tüm meseleler aşılsa, Türkiye ekonomisi söylenenin aksine ciddi arızalarıyla ortada duruyor.
Bir haksızlığa tepki gösterirken, sorunları yok sayacak bir modele girmek, ancak kendimize yapabileceğimiz bir kötülüktür ve dış güçler diye tabir edilen kesimin yapamadığını kendimize yaptığımız sonuçlar doğurur.
Öncelikle şunun altını çizelim ki bugün finansmandan üretim yapısına, istihdamdan yaratıcılığı destekleyecek sanatsal yaklaşıma kadar her tarafta büyük problemlerimiz bulunuyor.
Bunları gerçekten masaya yatırmadan ve yüzleşmeden, yarına ilişkin bir çözümün yaratılması mümkün değil. Zira artık halının altında süpürecek yer kalmadı. Görüntüyü kurtarmak yerine temizlik yapmayı düşünmemiz gerekiyor.
Bu konuda neler yapılabileceğine ilişkin çözüm önerilerimi geçmişte de, yakın zamanda da sık sık dile getiriyor; yazılarımda da TV programlarımda da anlatıyorum. Bu nedenle çok ayrıntısına girmeyeceğim. Ama temel bir bakış açısını ortaya koymakta fayda görüyorum.
Son yaşanan sıkıntıda ortaya çıkan konuşmalarımıza, hatta reel sektörün bu konudaki açıklamalarına ve yaklaşımına dikkat edin. Herkes piyasadan bahsediyor. Ekonomi kanallarından yazılı medyaya herkes manşetlerinde ‘piyasalarda ne oluyor, ne olacak’ başlıklarıyla yanıt arıyor.
İşte arızanın büyüğü de tam burada. Son 20 yılın yaklaşımında Türkiye’de piyasadan algılanan veya kast edilen şey finans piyasalarından başka bir şey değil. Döviz, altın ve borsa üçgeninde boğulan bir ekonominin, bugün kurtuluşu konuşmaya çalıştığı noktada bile ortaya konulan mesajlar hep bu anlayış üzerinden sergileniyor.
Türkiye tekrar piyasa algısını değiştirerek işe başlamalıdır. Yıllarca yazdık, çizdik. Finans, reel sektör yapılanmasının son derece önemli bir enstrümanıdır. Ama sadece bir enstrümandır. Bu meseleye bu türlü yaklaşmadığımız için yıllarca hataları arka arkaya sıraladık ve geldiğimiz noktada halen finans piyasalarını ekonominin kendisi zannederek yorumlarda bulunuyoruz.
Esas olan üretmektir. Elbette neyi, nasıl ve ne koşullarda üreteceğinizi de bilmektir. Üretmek de makinelerin çalışmasını değil, para kazanma sonucunu doğurmalıdır. Bir ülke üreterek para kazanıyorsa, dış ticaret dengesi sağlamsa yaptığı iş keçi boynuzu çevirmekten farklı bir anlam taşır.
Eğer gerçekten Türkiye’de bir dönüşüm olsun istiyorsanız, bilişimden tekstile, tarımdan otomotive fayda maliyet, kar/zarar, katma değer gibi kavramları esas almalı, piyasalar denildiğinde de reel sektörü anlamalısınız.
Finans, reel sektörün faaliyetlerini göstermesi, ülkenin toplamda mal ve hizmet üreterek para kazanmasını saÄŸlayan önemli araçlardan sadece birisidir. Hammadde, insan kaynağı gibi… Åžayet sorunu aÅŸmak istiyorsak, meseleye önce piyasa algısından baÅŸlamamız ve ülkeyi bir kumarhaneden, imalathaneye çevirmemiz gerekiyor.
Aksi takdirde bugün atlattığınız, yarın baÅŸka bir nedenle tekrar yaÅŸarsınız. Tıp dün olduÄŸu gibi…
Not: Bu ekonominin sıcak günlerinde kısa bir ara veriyoruz. 27 Ağustos Pazartesi günü ilk yazıyla tekrar görüşüne dek saygılarımı sunuyor; birlikteliğin öneminin anlaşıldığı bir çerçevede iyi bayramlar diliyorum.