Türkiye ekonomisi günlük gazetelerin bilmece köşesine döndü. Çünkü aynı eser, farklı notalarla çalınıyor. Bir tarafta ekonomi kurmayları, üçüncü çeyrekle ilgili yüzde 7’lik büyümeden, artacak iş hacminden bahsediyorlar.
Söylentiye göre ihracatta patlama yaratacakmışız. Gerçi bundan memnun olurum ama daha çok satıp, daha az kazanacaksak, Türkiye’deki işletmeler bunu ne oranda sırtlayabilecek tartışılır.
Bu iÅŸletmelere KGF yani Kredi Garanti Fonu üzerinden kredilendirmenin devam edeceÄŸini CumhurbaÅŸkanı BaÅŸdanışmanı Cemil Ertem tarafından ifade edildi. Bu arada yeri gelmiÅŸken, BeÅŸtepe’de sanırım hiç danışman yok. Çünkü hepsi baÅŸdanışman…
Neyse konuyu dağıtmayalım, Ertem, KGF’nin geçici bir araç olmadığını söyledi. Şimdi burada duralım. KGF zaten vardı ve hükümete ait bir kurum değil. Aksine KOSGEB ve TOBB ağırlıklı hissesiyle bizzat reel sektöre ait ve bankalar üzerinden kullanılan kredilere kefil olma özelliği var.
Fakat son uygulamada kefil olma şartları gevşetildi. Eğer bu bir ekonomi programı dahilinde yapılsa, yani başı sonu, sapması, riski ve olası sonuçları belli olsa durum değişebilir. Ama bir ulufe aracı gibi kullanıldı ve reel sektörün içinde kimin aldığı belli olmayan bu kredilerin, hangi amaçla kullanılacağı konusunda da bilgimiz yok.
Şimdi Ertem’in söylediği araç tanımı, normal görevine uygun hali mi, piyasaya para salıp çok da sonunu düşünmeden ilk çeyrekte yüzde 5’lik kalkınma özürlü büyüme yakalanmasını sağlayan hali mi?
Şayet böyleyse ve bankalara kredi verme konusunda koşulları zorlayarak baskı yapılacaksa, dış kaynak gelmediğine göre KGF’deki para tükenene kadar bir uygulama mı olacak, yoksa Merkez Bankası fazla mesai mi yapacak?
Zira eğer böyleyse Merkez Bankası’nın son Para Politikası Kurulu toplantı notlarında enflasyon düşene kadar parasal sıkılaşmanın süreceği ifadesi ne anlama geliyor? Piyasaya para salıp, iç piyasayı hareketlendirseniz bir dert, mali disiplini bozsanız bir dert.
Esasen zor bir durum ve karar vermek de mümkün değil. Çünkü bugünkü açmazı oluşturan tablo, yıllarca karşılıksız parayı harcayan, daha kötüsü borçlanan, bu arada da düşük kur politikasıyla reel sektörünü öldüren bir ülkenin sakal bıyık tartışması gibi.
Kritik bir soru daha var. Diyelim ki Merkez Bankası’na uygulama talimatı verdiniz ve parasal geniÅŸlemeyi sürdürdünüz. Sonuçta bu ekonomi yönetiminin kararı… Ortaya çıkacak tablodan Merkez Bankası mı sorumlu olacak, iktidar mı? Bunun da yanıtını bugünden öğrenirsek iyi olur.
Yine diyelim ki piyasaya krediler yoluyla para sürdünüz. Reel sektör cephesinde 220 milyar doları aşan bir dış borç ve ödeme zorunluluğu, tüketicide 24 milyon icra dosyası var. Sizce bu nakit piyasayı hareketlendirmeye mi yarar, borç için dolar almaya mı?
Eğer dolar almaya yararsa, piyasaya yararı olmaz ve likidite problemi sürer. Piyasaya akarsa da enflasyon hedefinizi tutturamazsınız. Şimdi bir tarafta ekonomi yönetimi piyasayı rahatlatacağından bahsediyor, öte tarafta Merkez Bankası enflasyon düşmeden sıkılaştırmanın dozunu arttırabileceğinden. Şimdi soru şu: Kim doğru söylüyor?
Daha kötüsü ne biliyor musunuz? Ortada dolaÅŸan hamasete karşın halen planlı bir ekonomiden eser yok. Ayıkla pirincin taşını… Ne zaman derseniz, TESK BaÅŸkanı Palandöken’in ifadesiyle 80 milyon nüfusta 33 milyon kredi kartı borçlusu var. Onun yanıtını siz verin. Åžimdi mi, film bitince mi? Zira faturayı sonuçta ödeyecek iktidar deÄŸil.
Çözüm mü? Önce yıllarca yapılan hata itiraf edilecek; sorun tüm çıplaklığıyla fatura ödemek zorunda olunduğu da insanlara anlatılarak ortaya konulacak ve 3, 5 ve 10 yıllık planlı bir ekonomik modelle hatamızı telafi edeceğiz.
Tabi kritik soru en son geliyor? Bu kadar herkesin ötekileştirildiği bir ortamda, gerçek bir inandırıcılık ve milli seferberlik ruhu nasıl yaratılacak? Yanıtını bulan beri gelsin.