Türkiye garip bir kıskacın içerisinde, ne yaptığını bilmez bir biçimde savruluyor. Bir yanda üretim ekonomisine geçmekten söz ediliyor, ama hizmetler sektörüne teşvik sunuyor. Öte yanda tüketim odaklı enflasyonu frenlemeye çalışırken, kredi mekanizmasıyla ‘tüketin’ mesajı veriyor.
Bunlardan birini tercih edebilirsiniz; ama tek bir gerçek var ki, hepsini aynı anda genel bir ekonomi politikası hedefiniz yoksa başaramazsınız. Peki bu sorun nereden kaynaklanıyor? Aslında yıllar öncesinde üretim esaslı bir yapı kursaydık ve üretip kazandığımızdan harcamayı merkeze oturtsaydık, durum değişik olabilirdi.
Ama yıllarca kredi mekanizmasıyla sınırsız tüketimi pompalayıp, buradan gelecek dolaylı vergilerle, ithalattan elde edilecek vergilere dayanan bir gelir sistemi yarattık. Reel sektörden de tek anladığımız inşaat sektörü üzerine kurgulanmış bir yapı.
Daha önceki yazılarımda, bunun Tansu Çiller zamanında sunulan ‘iki anahtar’ projesinin hayata geçmiş hali olduğunu anlatmıştım. O zaman da bir hayaldi ve finanse edilemediği için gerçekleşmedi. Bu dönemde öne çıkmasının nedeni, kredi mekanizmasının, dünyadaki parasal genişlemeye paralel ülkemizde sahte bir bolluk yaratması oldu.
Her ikisinin de sakat tarafı ise, üretmeden, kazanmadan, harcama üzerine kurgulanmış bir anlayışa sahip olmasıydı. O süreçte para olmadığı için hayata geçmedi; son 15 yılda da el parasıyla karşılıksız kullanılan paraların yarattığı tahribat oldu. Henüz o tahribatın sonuçlarını ise görmedik.
Ülke ekonomisinin salt inşaata dayandırılması, kredi verenleri de teminatlı işlere yönlendirdiğinden bu alanda arz patlaması yaşandı. İktidar ise buna hukuku, imar kurallarını, bilimi, belediyelerin yetkilerini alt üst ederek yol verdi.
Şimdi bugünlerde eleştirilse de, şikâyet edenlerin aslında bunun mimarı olduğunu sağır sultan bile biliyor. Sonuç yabancılara satıştan medet umulan, kredi yoluyla borçlanıp, toprağa gömülen milyar dolarlar ile boş binalar yanımıza kâr kaldı.
Şimdi kampanya adı altında 240 ay vadeyle gayrimenkul satışına çıkılıyor. 20 sene… Dünyanın da, Türkiye’nin de üç beş ay sonrasını göremediği, ödemeler zincirinin kırıldığı bir konjonktürde 20 yıl vadeyle ev satmak bir çaresizlik göstergesidir.
Elbette buna kılıf bulunur. ‘Destek veriyoruz’ derler; dünyadaki mortgage sistemini örnek gösterirler vs vs vs… Gerçekten inşaat sektörü buna destek vermiş olsaydı, bugüne kadar fahiş kârlarla bu binaları satmaya çalışmaz, yeni zenginler yaratılmazdı. Demek ki dert destek değil; sıkışan sektöre suni teneffüs yapmak.
Mortgage sistemine gelirsek, onun zaten Türkiye’de hiç uygulamaya geçmediğini söyleyebiliriz. Bizdeki konut kredilerinin adını değiştirdiler mortgage oldu. Sadece yarım kalan inşaatlar açısından kredi verenlere bir sorumluluk getirildi.
Oysa gerçek bir mortgage sisteminde fonu başkadır; faiz oranları başkadır; finansman yöntemi başkadır; sunuluşu başkadır. Ayrıca doğru uygulanan sistemlerde de arazi dahil satış olmaz. Üst kullanım esastır. Toprak devletindir; satılmaz.
Şimdi 240 ay vadeli kampanyalarla öne çıkıyorlar. Bunu da ‘destek’ ya da amiyane tabiriyle ‘kıyak’ diye anlatıyorlar. Oysa bu konjonktürde çaresizlikten ve inşaat odaklı bir alarmdan başka anlam ifade etmiyor.
İnşaat sektörü önemlidir. Ama dinamik ve genel anlamda hareketli bir ekonominin içinde kritik rol oynar. Tedarikçilerinize para ödemeyeceksiniz; taşeronu batıracaksınız; imar oyunlarıyla binalar dikeceksiniz; yabancı mal satmanın hesabını yapacaksınız ve tüm kredi mekanizmasını reel sektör başlığı altında buraya yönlendireceksiniz. Bu iş değil.
O nedenle tekrar soralım: İnşaat mı ülkeyi, ülke mi inşaatı kurtaracak? Bunu yanıtladıktan sonra bir cevap daha gerekiyor. Kimseye ödemesini yapmayan bu sektör, bu denli stok fazlasıyla ortadayken ve sadece A segmentte ya da düşük profilde üretim yapıp, orta kesimi yok sayarken; neden?