Türkiye’de faiz tartışmasının ve döviz üzerinden yaşananların yarattığı yorgunluk, zaten borçla ve tahsilat sıkıntısıyla boğuşan reel piyasalarda çok dikkat çekiyor. Sohbet ettiğimiz birçok iş insanı, bu çerçevede işine konsantre olamamaktan yakınıyor.
Zira bunun yarattığı hırpalama, hatta işi derbi karşılaştırmasına döken akıl tutulması içeren iddialaşma, gerçek meselelere konsantre olmayı da engelliyor. Oysa Türkiye’nin daha ciddi konularda ve yapısal bir takım değişiklikleri yapması zorunlu.
Bu hem kıskaçtan kurtulmak, hem de aynı sorunlarla bir kez, bir kez, bir kez daha karşılaşmamak için zorunlu bir tavır. Bugüne kadarki krizlerimizde en büyük hatamız, gerçekten problemi aşacak eğilimler yerine, sürekli halı altına süpürdüğümüz ve yüzleşmediğimiz gerçeklerden kaynaklanıyor.
Şimdi tüm bu fotoğraf içerisinde gözler 20 Eylül günü açıklanacak Orta Vadeli Program’a (OVP) çevrilmiş vaziyette. Buradan çıkacak mesaj, ülkede de ortaya konulacak ekonomik iklimi belirleyecektir. Bu nedenle yıllarca hayali hedeflerle ortaya çıkıp, büyük sapmalara neden olarak başkaca bir sıkıntıyı önümüze koymaktan kurtulmak gerekiyor.
Konu ister istemez Ekonomi Gazetecileri Derneği olarak ‘hayırlı olsun ziyareti’ne gittiğimiz Türkiye İhracatçılar Meclisi Başkanı İsmail Gülle ile buluşmamızda da gündeme geldi. Bu konuda ihracatçının talebi üreten bir Türkiye… Esasen aklın yolu birse, hepimizin de bu fikir etrafında toplanmamız gerekiyor.
TİM Başkanı İsmail Gülle, Orta Vadeli Program’ın temeline, felsefi olarak ihracatın konulması gerektiğini belirti. ‘Daha çok üretmeli, daha çok satmalıyız’ diyen Gülle’nin fikrine ben de katılıyorum. OVP’nin ihracat temelli bir üretim modeli üzerine kurgulanması şart.
Elbette bu tek başına yetmez. Bunun bir çıkış noktası olması ve en önemlisi planlı ekonomiye kalkınma temasıyla girmemiz gerekiyor. Aksi takdirde günü birlik düşünceler bizi her zaman olduğu gibi farklı ve yanlış noktalara sürüklüyor.
Ülkede 70 bin firma ihracat yaparken, bunların sadece 13 bininin sistemli bir şekilde ihracat yapıyor olduğu gerçeğini kırmalıyız. Bunun için de 13 kurumun sunduğu 149 teşvik meselesinden sadeleşmeye geçmemiz gerektiği vurgulanıyor. TİM Başkanı’nın bu konudaki eğilimi de çok net. Diyor ki “Vermeye niyetimiz varsa kolaylaştıralım.”
Burada hem bürokratik sıkıntılar, hem de dağınıklığın getirdiği haberdar olmama problemini ben de zaman zaman yazılarımda ‘sor alma kredileri’ olarak nitelendiriyorum. Bu açıdan sadeleşme konusunda ciddi bir çalışma yapılması önemli.
Mesela TİM ihracatçı firma sayısını arttırmaktan bahsediyor. Periyodik ihracat yapanların dışında kalan kesime özel konsantrasyon göstermenin önemli olduğuna dikkat çekiliyor. Başlatılan ihracat pusulası, alo ihracat hattı gibi projeleri de bu noktada başlattıkları gözleniyor.
Her şeyden önce özgüven kazandırmak adına, firma yetkililerini bire bir fuarlara götürerek potansiyellerini göstermek gerektiğine dikkat çekiyorlar. Bunların hepsinde hemfikirim. Yalnız bazı eksiklikler olduğunu da belirtmem gerekir.
Öncelikle herkesin ve her şeyin ihracat odaklı olması, ülkeye kazanç bırakması şartıyla ele alınmalı, bu konuda zafiyet gösteren alanların da bu özelliklerle donatılması gerekir. Bunun için de iç tedarik mekanizmasının harekete geçirilmesi ve katma değer niteliğinin odak noktaya konulmasının doğru olacağını düşünüyorum.
Bunu sağlayabilmenin yolu da doğru envanterlerin yapılıp, işin bir planlama dahiline sokulması ve kalkınma odağıyla hareket edilmesinden geçiyor. Yani günün sonunda sadece satmak değil, satarken de para kazanan olmak önemli.
Bir kritik konu da iç pazardaki hakimiyetin üretici lehine çevrilmesi… Dünyanın birçok noktasına ihracat yapan bir reel sektörün kendi iç pazarını ithalata kaptırmış olması kabul edilemez. Yıllar önce ironiyle karışık ‘en büyük ihracatı iç piyasaya yapın’ diye yazmamın tam da nedeni buydu.
Sözün özü, evet ülkeyi ihraç edebilecek mallarla donatalım. Üretici yapımızı buna uygun hale getirelim. Lakin bunu gerçekleştirirken bir planlama içinde, kalkınma ve katma değer odaklı yapmazsak, yine kaynaklarımızı ve zamanımızı boşa harcamış oluruz. Önemli olan yola nasıl çıktığınız değil, yolun sonunda istediğiniz noktaya ulaşıp ulaşmadığınızdır.