Türkiye’nin simgeleşmiş ürünlerinden biridir Türk Kahvesi… Hatta şu kadarını söyleyeyim: Atatürk’ün önerisiyle 1926 yılında, genç cumhuriyeti tanıtmak üzere yola çıkan, 86 günde 10 bin mil yol kat eden, 16 ülkede 18 limana uğrayan Karadeniz Vapuru’nda sergilenen değerlerden biridir.
Yani bu haliyle asırlık bir firmayı da içinde barındırmaktadır. Osmanlı’da, Türkler’de zayıf olan ticari yaklaşıma rağmen, korunmuş bir değerdir. Bu mantıktan yola çıktığımızda, aslında bugün tüm dünyada marka olan Türk Kahvesi’yle daha büyük işler yapmış olmamız gerekmez miydi?
Dünyada var olan, bizde de etkilerini gördüğümüz kahve odaklı kafeteryaları düşünün. Öylesine büyük bir pazar ki, bilhassa genç kesimde önemli bir karşılık buluyor.
Ayrıca son dönemde iş toplantıları bile benzer noktalarda yapılmaya başlandı. Kahve zincirleri çok hacimli bir saha haline geldi. Buraya gittiğinizde Brezilya kahvesinden filtre kahveye kadar envai çeşit ürünü bulmak mümkün. Neyse ki Türk firmalarının içinde de bu alana yatırım yaparak, atak gerçekleştiren ve pay alanlar oldu.
Ama yine biz bizeyiz. Bu sahanın dünyada da çok hacimli bir sektör olduğunu düşünürsek, dünya pazarından ne kadar pay alıyoruz; sorguladık mı? Problem şurada ki tembellik ettik. Sadece pazara girme kısmını saymıyorum.
Bu alanda elimizde iki önemli tarihi argüman var. Bunlardan birincisi kıraathane kültürü… Yani Anadolu’da yıllar önce bu zincirler birbirinden bağımsız olarak oluşturulmuş.
Kitap okuma alanları olan, bir acı kahveye 40 yıl hatır biçilerek anlamlandırılan, farklı türleriyle Türk Kahvesi’ni sergileyen bu mekânlar Türkiye’nin her yerinde sosyal alan olarak oluşturulmuş. Ne yazık ki zamanla oyun oynanıp çay içilen, hatta daha seviye düştükçe bitirimhanelere dönüşen bir fotoğraf ortaya çıkmış.
Peki neden kimse elde bu kadar değer varken, yabancılardan önce bu alanda hakimiyet kurmamış? Artık olan olmuş. Ama soru şu: Bundan sonra eldeki değerleri kullanarak dünyada nasıl bir sektörel hakimiyet kurabiliriz?
Bunun yolu elinizdeki değerleri doğru okumakla başlar. Ne var ki bir kahvehanede en büyük simge olabilecek Türk Kahvesi’ni, etkin pazarlama konusunda yine geç kaldık. Ankara ve İstanbul merkezli iki firmanın yaptıklarını azımsamıyorum. Sonradan girseler de iyi yol aldılar.
Lakin bakın hepimizce malûm ve ülkenin dört bir tarafı kadar, dünyada da hizmet noktaları olan ABD merkezli bir zincir, Türk Kahvesi Kültürü ve Araştırmaları Derneği ile iletişime geçip, yanına kahve makinesi üreten bir firmayı da alarak, Türk Kahvesi’ni tüm dünyada kendi noktalarında satılacak bir ürün haline getiriyor.
Firmayı alkışlıyorum; kendi adına çok güzel bir iş yapmış ve bunun Türkiye’nin tanıtımına da katkısı olacaktır. Sorun ettiğim; bunu neden bir Türk firması yapmayı düşünmez?
İşte aslında temelde kaçırdığımız nokta bu. Bizler katma değeri ürünün kendisiyle yakalamaya çalışıyoruz. Oysa esas olan onun geçmişi, hikâyesi ve kültürüdür. Başarısızlığımızın temel nedenlerinden birini, bu bakış açısında aramalıyız.
1926 yılında yola çıkan Karadeniz Vapuru lokum mu taşıdı? Lokumun, kahvenin ya da sergilenen ürünün kültürünü götürdü. Bu nedenle 1938 yılına geldiğimizde dış ticaret fazlası veren bir ülkeydik.
Bugünün sağlamasını yapmak istiyorsanız; önce araştırma yapın. Türkiye’de tarihi misyonu olan sektörlerimizin, mesleklerimizin kaç tanesinin müzesi var?
Müze, ‘bu zaten benim işim’ demektir ve alıcıyla pazarlığa otururken güçlü başlamayı sağlar. Anlatmaya çalıştığım bu.
Bugün köy enstitüleri İsviçre eğitiminin, ahilik Almanya’daki mesleki eğitimin ilham noktasını oluşturuyorsa ve siz berbat bir eğitim sistemine sahipseniz, ne suçluyu uzaklarda arayın; ne de katma değerli ürün hayali kurun.