Türkiye bundan birkaç sene önce seçime giderken bir kavramla tanıştı: Çılgın projeler… Dünyada kabul görmüş tanımıyla bunlar proje mi tartışılır ama çılgınlık olduğu kesin. Çünkü yapılacak bir işe proje denilebilmesi için, onun finansman ve verimlilik hesaplarının da, birçok madde gibi kâğıda dökülmüş ve mantıklı bir ölçüye sahip olması gerekir.
Ülkemizde proje diye anlatılan, aslında doğru tanımı fikir olan bu girişimler bir bir hayata geçmiyor mu? Şüphesiz geçiyor. Zaten çılgınlık da burada başlıyor. Aklınıza bir şey geliyor; onu yapmak istiyorsunuz; yurtdışından kredi bulunamıyor. Bulunabilmesi için yanına yabancı bir ortak şartı konulup, devlet garantisinde para kullanılıyor.
Bitmiyor; yapılan işin muhteviyatına göre ödeme garantisi veriliyor. Yani size dünyanın en verimsiz üretimiyle gelsem, bunun için faiziyle para getirsem, bunun ödenmesini de devlet garantisine alsam, iş yapamazsam da siz alım garantisi verseniz, kim olsam o işi yaparım.
Aslında bu yazıyı geçtiğimiz günlerde Avrasya Tüneli’nin deneme sürüşünü veren haberde, izleyen bir kişinin ‘çok güzel eser oldu’ yorumu üzerine yazıyorum. Denizin üstündeki ulaşımı yüzde 3 kullanıp, altına yol döşemek ne kadar büyük bir eser tartışırım ama iş bitmek üzere.
Gerçekten de muhtemelen bittiğinde güzel olacak. Tıpkı doğru bir iş olan Marmaray’ı yapmak gibi. Tabi burada gönül ister ki 1 TL’lik işi 3 TL’ye mal etmesek, ve o parayla üç katı yol alsak. Ama sokaktaki vatandaşa bunu anlatmanın olanağı yok. Çünkü o sadece bunun karşılığını ekstra vergiler ve zamlarla görüyor. Zam için pompacıya kızan bir yaklaşımdan da daha fazlasını beklemek hayal olur.
Peki bir şeyin çok güzel eser olması onu yapmayı haklı kılar mı? Bu konudaki projelere övgüler yağdıranların, cep telefonu savurganlığını eleştirmesi başlı başına bir çelişki değil mi? Aile bütçesi üzerinden anlatmaya çalışalım.
Diyelim ki asgari ücretle geçinen bir kişisiniz. Dünyanın en güzel evinde oturup, son derece lüks otomobillere binmek, son model cep telefonlarını kullanmak güzel olmaz mıydı? İstemez miydiniz? Kim istemez?
Peki asgari ücret almaya devam ederek, buna sahip olmanızın yolu nedir? Biri gelse size dese ki: Son model cep telefonun olacak; ama benden alacaksın. Yanına bir de lüks bir otomobil ve rezidans veriyorum. Onları da benden temin edeceksin, ama sahip (!) olacaksın.
Çok güzel bir eser oldu değil mi? Peki bunları edinmeniz hakkınız değil mi? Elbette hakkınız. Bu işe, borcun altına girer misiniz? Aklı başında olan kimse girmez. Çünkü böyle bir paranız yok. Deseler ki hukuku çiğneyelim ve bankacılığın tüm kriterlerini alt üst ederek, hak etmediğiniz bir borçlanmaya sizi sokacağım. Kazandıkça ödersin. Ne ile? Asgari ücretle…
Hadi biraz daha açılım yapayım. Ek iş yaptığınızı düşünelim. Legal bir iş yapıyor olsanız bile, bu parayı ödemeniz mümkün mü? Şüphesiz hayır. Bir a ile reisi olarak kararınız ne olur? ‘Hepsi çok güzel, ama şimdilik kalsın’dersiniz değil mi? Çünkü bir malın pahalı ya da ucuz olması, onun fiyatıyla değil, sizin cebinizdeki parayla ilgilidir.
Taksidi bin TL’lik bir alım, ki bunlar bin TL’den fazla tutar, ayda 10 bin TL kazanan için farklı, asgari ücretle geçinen için farklı değer taşır. Her insanın hakkı mıdır? Evet… Her insan ulaşabilir mi? Hayır…
Diyelim ki bir çılgınlık yapıp bu işe girdiniz. Sonuç ne olur? Parasını ödeyemediniz için otomobil ve ev elinizden hacizle gider, borcu size kalır. Onun için de size kredi veren banka gelirlerinize haciz koyar.
Şimdi soru şu: Kendi hayatınızla ilgili böyle bir riske girmekten imtina ederken, devletinizin aynı koşullarda çılgınlıklar yapmasını neden farklı yorumluyorsunuz? Tarihimizde bunun bir karşılığı var. Düyunu Umumiye…
Herkesin Osmanlı Bankası’nın İstanbul Karaköy Bankalar Caddesi’ndeki müzesini gezmesini öneririm. Orada belgeleriyle bir devletin, imparatorluğun nasıl yok olduğunu görebilirsiniz. Yani Osmanlı’yı batıran Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar değil.
Bir de bunun savunma mekanizması var. ‘İtiraz edenler kullanmasın.’ Öncelikle parasını her şartta ödediği bir işi kullanmayı tavsiye etmek, biraz ukalalık, biraz da zeytinyağı gibi üste çıkmaktır. O zaman Dolmabahçe Sarayı’nı kullanmayalım. Oysa baktığınızda ne kadar güzel bir eser değil mi? Ama o ve benzerleri, borç parayla yapılan işlerdir.
Memur maaşı ödeyemediği için cihan harbine girmek zorunda kalan bir devletin, borç parayla bunları yapması ne kadar doğru? Sizin gelirinizin çok üzerinde tüketime yönelmeniz ne kadar doğru? Bugün yurtdışı varlıkları ile yükümlülükleri arasında 380 milyar dolar açık olan Türkiye’nin bu çılgınlıkları yapması ne kadar doğru?
Demek ki iş eserin güzel ya da çirkin olmasıyla ilgili değil. Ona edinmeye hak kazanacak paranızın olup olmamasıyla alakalı bir durum. Çünkü ister bireysel, isterse kamu açısından duruma bakın sonuç değişmiyor. Aç tavuk kendini darı ambarında zannederken, ya haciz geliyor ya Düyunu Umumiye. O da çok güzel ve yapanlara rahmet okutan bir eser olmuyor.