Türkiye’nin kamu kaynakları ve imtiyazları koşulsuzca yabancılara dağıtıldı mı? Buna da özelleştirme başarısı denildi mi? Elde kalanları da, dünyada örneği olmayan eksi bakiyeyle kurulan Varlık Fonu’na atıp, çar çur edecek bir yaklaşım sergiliyor muyuz?
Dünyanın en çok doğrudan yabancı sermaye çeken ülkesi Çin, belli bir sanayi stratejisi kapsamında gelenlere olanaklarını sunuyor; diğerlerinin işini zorlaştıracak icraatlara imza attı mı? Dünyanın tam tersine gidelim. Çin, ABD’de çok da önemli olmayan bir limanı almaya kalktığında Amerikan yönetiminden veto yedi mi?
Trump seçildikten sonra, tüm firmaları geri çağırıp bir yanda teşviklerden, öte yandan dönmeyene vergilerden söz etti mi? Rusya daha önce ithal ettiği ürünleri imal edecek bir sanayi stratejisi açıkladı mı? Almanya’dan İngiltere’ye herkes firmalarının hakimiyeti için bire bir lobi çalışması yapıyor mu?
İşte tüm bu soruların yanıtları bizim ayakta uyuduğumuzu gösteriyor. Çünkü biz ‘bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler’ mantığını terk edemedik. Gelen yabancı sermayeye koşulsuz kapılarını açan olduk.
Zaten gelenlerin çoğu da finans operasyonuydu ve kaynaklarımızı cebe koyarak geri döndüler. Halen de yönetimsel acemiliklerden faydalanıp, kazançlarını elde ediyorlar. 15 yıldır iktidar olan bir yapı nasıl acemi olur, o da bambaşka bir tenakuz.
Şimdi son dönemin modası, kamunun elindekileri satıp savmaktaki başarımızı, reel sektör şirketlerimizin elden çıkarılması aşamasında yaşıyoruz. Bu konuda şirket satın almaları ve evlilikler konulu akıl oyunları veriliyor.
Oysa bu aşamada şirket evliliklerin bir kaç yıl içinde sermaye artırımıyla elimizden kayıp giden değerler manzumesi olduğunu görmezden geliyoruz. Direkt satın almalar zaten ekonominin sıkıntıya girdiği süreçte sermaye transferine dönmüş vaziyette.
Fakat her şeyi yarım yamalak yaptığımız gibi bunu da doğru okumuyoruz. Mesela evliliklerin çoğu sermaye ihtiyacıyla yapılıyor ve teknoloji transferi yapamadığımız, ar-ge süreçlerine katılamadığımız gibi elimizle pazarımızı da dünyanın sıkışan firmalarına hediye ediyoruz.
Yıllarca bu ülkede serbest piyasa ekonomisinin varlığı konuşuldu. Hatta bu anlayışa karşı çıkanlar oldu. Fakat destekleyen de, desteklemeyen de ülkede bir serbest piyasa ekonomisi uygulanmadığını dile getirmedi.
Serbest piyasanın olmazsa olmaz iki kuralı tam rekabet ve etkin denetimdir. Biz denetim ayağını hiçbir zaman kurgulamadığımız için, tam rekabet de, öldürücü rekabet haline dönüştü. Bugün çalışanların uğradığı haksızlıklardan, gerçekten üreticilerin yaşadığı açmazlara kadar bu eksik bilgi ile yaptığımız işin izleri var.
Türkiye’ye ilgi duyan yabancı şirketlerin, nedense ihracatçı firmaları hedef alması da mı size bir anlam ifade etmiyor. Bu konuyla ilgili okuduğunuz onlarca haber ve oluşturulan algıda hiç mi sorgulama ihtiyacı duymuyorsunuz? Sürekli bir yabancıların Türk firması ilgisinden bahsediliyor. Peki satın alınan firmaların sonra hangi akıbeti yaşadığına bakıyor muyuz?
Oysa yerli üretici, ekonominin askeridir. Askerleri satılan bir ülkenin iktisadi savaş yapma olanağı da kalmaz. Diyeceksiniz ki, ‘yabancı sermayeye karşı mısın’? Elbette değilim. Fakat bu ilişkinin bir yok ediş değil, birlikte büyümek adına yapılması ve ülkeye kazanç sağlaması gerekir.
Örneğin Tekel’i sattık, satarken ayrı zarar ettik, satıldıktan sonra birçok fabrikanın kapandığını ve ithal ikame bir politikaya geçildiğini görmedik. Şu an Adıyaman’daki tütün tarlalarında Virginia tütünü ekiliyorsa, buna şükreder hale geldik. Çünkü tütün üreticisi neredeyse bitme noktasına geldi.
Peki biz tüm bunları ne adına yaptık? Liberal ekonomi… Breh; breh; breh… O zaman yanıtı da Almanya’dan gelsin:
“Almanya hükümeti, stratejik önem taşıyan şirketlerin AB dışından yatırımcılara satılmasını engellemek için daha sıkı yeni kurallar getirdi. Almanya son dönemde Alman uzmanlığını elde edebilmek için bu yola başvuran Çin şirketlerinin çoğalmasından kaygılı.
Giderek artan korumacılığın dünya ticaretine zarar vereceği kaygılarının yaşandığı bir dönemde alınan bu önlem, hükümete, önemli bilgi birikiminin ülke dışına giderek elden çıkması gibi bir risk taşıyorsa, şirket satışlarını engelleme yetkisi veriyor. Bu kuralların parlamentoda onaylanması gerekmiyor.”
Sonuç: Ya Almanya komünist bir ekonomi anlayışına geçti ya da biz en başından beri filmi yanlış izliyoruz. Aslında ikisi de değil. Doğru yanıt bence şu:
Yarım yamalak anlaşılmış kavramlarla bir ekonomik model yarattığını zannedenlerle, dünyanın korumacılığa geçtiği süreçte, firmalarını, dolayısıyla bilgi birikimini, üretimini ve iktisadi askerlerini elde tutmak isteyenler yarına yol alıyor. Kim kazanır dersiniz?
Çözüm ne? Bence şu olabilir: Lobilerle içli dışlı olup, sizi kandıranlardan uzaklaşın; ekonomiyi saçma sapan nidalardan arındırıp planlı hale getirin ve olası evliliklerde özel danışmanlık verin ve sermaye açığını kapatmak için de kamunun risk sermaye şirketlerini, teşviklerini burada devreye sokun.
Birakin” ayakta uyumayi ” – “biz” dediginiz biz oldugu mechul …..