Hidro-Elektrik Santraller (HES) hakkında yazdığım son makaleye çok sayıda olumsuz tepki geldi.
Eleştiriler, iki başlık altına toplanabilir. Birincisi, HES’lerin doğal ortamı onarılamaz derecede tahrip ettiğidir. İkincisi ise inşa edilen HES’lerin, köylülerin “su kullanma hakkını” çaldığı tezidir. Bu tez bana Ecevit’in “toprak işleyenin, su kullananın” sloganını hatırlattı. O zaman da hiç hazzetmediğim bu cümlenin tekrar terennüm edilmesinden mutlu olmadım. Bu tarz düşünce ile gelişen “yerel kolektif mülkiyet hakkı” iktisatçıların kâbusu olan ulusal kaynakların tahsisinde “sub-optimization”u doğurur.
Sub-optimization, bireylerin veya küçük grupların çıkarlarının, ulusal çıkarlardan üstün tutulması demektir. Bu anlayışa göre deniz kıyıları ve kumsallar, sahil kasabalarında oturanların; ormanlar orman köylülerinin, yer altındaki madenlerde o yörede oturanların malıdır. Şöyle bir soru sorulabilir: Eğer bir HES, civar köylülerin ortak olduğu bir firma tarafından inşa edilip işletilseydi, kim kimin suyunu çalmış olacaktı? Tartışmanın esası “sosyal fayda-sosyal maliyet” kıyaslaması olmalıdır.
KATEGORİK DURUŞ MÜŞKÜL DURUMDA BIRAKIR
Nasıl HES’lere kategorik olarak karşı olmak da yanlışsa, her HES’in yarattığı sosyal fayda, sosyal maliyetinden yüksektir de denemez. HES istemezlerin bir bölümü, barajlarda toplanan sularla çalışan hidroelektrik santrallerine karşı değiliz diyor. Bir kısmı ise barajlı-barajsız her tür HES’e de karşı olduğunu söylüyor. Yani hepsi, biriktirilen suyu yer altından tünelle veya yer üstünden boruyla santrale ulaştıran HES’lere karşıyız diyor. Gerekçeleri şöyle özetlenebilir. Tünelli HES’ler dereleri kurutuyor. Bunlar aynı akarsu üzerinde batarya halinde inşa ediliyor. Akarsu bir kez yer altına girdi mi, neredeyse bir daha yeryüzüne çıkmadan denize kavuşuyor. Doğa geri döndürülemez mertebede perişan oluyor. Ancak ben düşük rakımda veya ovada akan suyun üzerine nasıl barajlı veya borulu HES kurulur anlamadım.
Yazının devamı için TIKLAYINIZ.