BİRİNCİ Dünya harbi başlamadan çok önce Osmanlı Devleti çöküyor ve parçalanıyordu. Osmanlı’nın Birinci Dünya Harbine girmesi kendisinde güç vehmetmesinden değil güçsüzlüğündendir.
İttihat ve Terakki önderleri, Almanya ile birlikte savaşa girilir ve galipler arasında yer alınabilirse, Osmanlı’nın makûs talihinin döneceğine ümit ediyorlardı. Hiçbir Osmanlı düşünürü ister Amerika, ister İngiltere, ister Almanya olsun, bir büyük Batı devletinin siyasi ve iktisadi himayesine girmeden Osmanlı’nın ayakta kalabileceğine inanmıyordu. Mustafa Kemal bile bazen böyle düşünmüş olabilir. Birinci Dünya Harbi, çok güvenilen Almanların yenilgisiyle bitince onun müttefiki Osmanlı tam battı. Devleti Aliye’nin başkenti İstanbul, fiilen işgal edildi. Osmanlı başbakanları İngiliz Büyükelçisi’nin şamar oğlanı haline çoktan gelmişti. Ama artık ona bile gerek kalmadı. Sevk ve İdare resmen İşgal Kuvvetleri Komutanındaydı. Türkün kaybedecek bir şeyi kalmamıştı.
* * *
Cumhuriyeti kuran Mustafa Kemal ve arkadaşları birer Osmanlı okumuşuydu. İslâm dinini de, memleketi de, halkı da tanıyordu. Ne yapılabilir ne yapılamaz kestirebiliyorlardı. İstiklal Harbinin amacı, ülkeyi müstakil kılmak yani bugünkü Türkçe ile “bağımsızlığına” kavuşturmaktı. Bu gerçekleşti. Ancak bundan sonrası için üzerinde mutabık kalınmış belli bir plan yoktu. Olamazdı da. “Kervan yolda düzelir” diyerek harekete geçtiler. İlelebet payidar olmak için birbirini tamamlayan iki stratejik hedef zamanla belirginleşti. Bunlardan birincisi “ulus devlet” kurmak, ikincisi “lâikleşmek” idi. Milli/Ulus Devlet (Nation State) zaten Batı’da günün modasıydı. Bağımsızlığın olmazsa olmaz şartıydı. Yoksa ülke parçalanabilir ve parçalar tekrar büyük devletlerin bağımlısı olur diye düşünülüyordu. Ancak Osmanlı’da millet değil, milletler vardı. Hâlbuki milli devlette “bütünleşmiş/kaynaşmış” tek millet olmalıydı. Bu gerekçeyle, milli sınırlar içinde yaşayan bütün etnik unsurları bir potada eriterek tek millet yaratmaya ona da Türk Milleti demeye karar verdiler. Bu amaçla etnik unsurların, başta dilleri olmak üzere etnik özellikleri baskı altına alındı. Etnik unsurlar birbirine benzer hale getirilerek entegre edilmeye çalışıldı.
* * *
Entegrasyon ve asimilasyon birbirini tamamlayan iki süreçtir. Bir etnik halk, toplumun ana gövdesini teşkil eden çoğunluğa benzeşmeden yani asimile olmadan, o toplumla entegre olamaz. Yani bütünleşemez. Almanya’da yaşayan Türklerin “en alttakiler” diye isimlendirilmesi eğer bir sorunsa, bunun sebebi, Almanlarla benzeşmeden yani “asimile” olmadan Almanlarla bütünleşmek yani entegre olmak gibi bir imkânsızın peşinde koşulmasıdır.
* * *
Almanya’da, siyasi, iktisadi ve sosyal alanlarda en başarılı Türkler, kültürel olarak Almanlara; Türkiye’de de siyasi, iktisadi ve sosyal alanlardaki en başarılı Kürtler de yine kültürel olarak Türklere en çok benzeyenler arasından çıkmıştır. Bunda da o ülkenin dilini mükemmel şekilde öğrenmek ve kullanmak rol oynamıştır.
Son Söz: Entegrasyon isteyen, asimilasyonu reddedemez.