Almanya tarafından karşı çıkılan cin fikirlerden biri, Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun (EFSF) bankaya dönüştürülmesiydi.
Türkiye’nin yirminci yüzyılın son dönemlerinde yaşadığı ‘cin fikir’ bolluğu Avrupa’da da yaşanıyor. Garip bir şey yok; sonuçta çok zor durumdalar ve çıkış arıyorlar. Onlar da biliyor öncelikle sorunlu ülkelerin kendilerine hemen çekidüzen vermeleri gerektiğini, bunun asla yeterli olmayacağını, temel çözümün Euro Bölgesi’ni sil baştan yeniden kurgulamaktan geçtiğini. Özellikle de maliye politikasının daha ‘merkezileşmesi’ gerektiğini.
Bunlar da yeterli olmayabilir. Euro Bölgesi içinde önemli verimlilik farkları var. Bu farklar bazı ülkelerin sürekli cari işlemler fazlası vermesine yol açarken bazılarının da sürekli olarak cari işlemler açığı ile yaşaması sonucunu doğuruyor. Ülkelerin kendi paraları olsa bu farklılıkların bir kısmı, verimlilik sorununa temel çözüm olmasa da, ‘pisliği halının altına süpürmek’ misali döviz kuru hareketleri ile ortadan kalkabilecek. Oysa bölgede tek para geçerli ve pislik süpürme eylemi mümkün değil. Bu durumda verimlilik farkını azaltacak reformlar gerekiyor. Yazması kolay, neler yapılması gerektiğinin bilinip bilinmediği şüpheli, bilinse bile siyaseten yapılmaları zor.
Hasta acilde
Zaten az önce belirttiklerim gerçekleştirilebilse bile en iyimser olasılıkla orta vadede sonuç verecek. Oysa hasta sürekli kan kaybediyor. “Bundan sonra sigarayı ve alkolü bıraksın” tavsiyesinde bulunmak işe yaramıyor; öncelikle kan kaybını durdurmak gerekiyor. İşte ‘cin fikir’ bolluğunun temel ve anlaşılabilir nedeni bu. Hasta acilde ve bir şeyler yapmak gerekiyor.
Almanya tarafından karşı çıkılan cin fikirlerden biri, Avrupa Finansal İstikrar Fonu’nun (EFSF) bankaya dönüştürülmesiydi. Böylelikle bu ‘banka’ kendi tahvilini satıp (özellikle Avrupa dışında –Çin?- bu tahvilleri satın alan olacağı varsayımıyla) elde edeceği nakitle sorunlu ülkelerin devlet tahvillerini satın alacaktı. Bir sonraki aşamada bu tahvilleri teminat olarak gösterip Avrupa Merkez Bankası’ndan (ECB) nakit olarak borçlanabilecekti. Sonra gidip bu para ile kimsenin satın almak istemediği ve bu nedenle piyasada faizleri sürekli yükselen sorunlu ülkelerin tahvillerinden biraz daha satın alabilecekti. Sonuçta bilançosunun varlık tarafında sorunlu Avrupa ülkelerinin tahvilleri, pasif tarafında ise sermayesi, Çin gibi ülkelere sattığı tahviller ve ECB’ye nakit borcu olacaktı. Çin gibi ülkelere karşılığında sadece sorunlu tahviller satmaya kalkmayı bir tarafa bırakırsanız, fikrin ‘cin’ olan kısmı, dolayısıyla ECB’den borçlanma olanağına kavuşmak ve böylelikle sorunlu ülkelerin tahvillerini para basarak satın almıyor gibi yapıp aslında para basarak satın almak oluyor.
Özel çekme hakları
İkincisi ilki kadar ‘cin’ değil; küresel krizin ilk yıllarında da tartışılmıştı. Hatta IMF’nin bu konuda konunun uzmanlarına hazırlattığı raporlar bulunuyor. Ülkelerin IMF’de ‘özel çekme hakları’ var. Her ülkenin ekonomisinin büyüklüğüne göre bu hak için bir üst sınır söz konusu. Merkez bankalarının para basabilmeleri için (kabaca) ya kamuya ve bankalara kredi açmaları ya da döviz almaları gerekiyor. Bu özel çekme hakkını da döviz gibi düşünmek mümkün. Döviz karşılığı para basmanın çok daha az sorun yaratacağı düşünülebilir. Fikir, bu saptamadan yola çıkıyor. Mesela şöyle olabilir: Euro Bölgesi’ndeki ülkeler bu ‘özel çekme haklarını’ EFSF’ye aktarabilirler. O da bunları ECB’de ‘bozdurabilir’. Elde edilen eurolar ile de sorunlu ülkelerin tahvilleri satın alınabilir. Almanya buna da karşı çıktı.
Bu arada iki gün öncesine kıyasla piyasalarda çok sınırlı bir iyileşmenin olduğu bu yazının yazıldığı saatlerde bile, piyasada Almanya’nın on yıllık devlet tahvilinin faizi yüzde 1.8 iken, İtalya’nınki yüzde 6.8’e ancak düşmüştü. Daha önemlisi, Fransa’nın aynı vadedeki tahvilinin faizi yüzde 3.56 düzeyindeydi. Dikkat: Fransa’dan söz ediyorum.