Bazı çalışmalar hiç yAkademik dünyadaki olumsuz özendirme mekanizmalarını ve bu mekanizmaların doğurdukları garip sonuçları ele almaya doçentlik sınavları ile başlamıştım. Doçent adaylarına ilişkin iki saptamam var. Birincisi, doçentlik adaylarının çalışmaları arasında çok büyük nitelik farklılıkları var. Bu doğal bir durum değil. İkinci saptama da sevimsiz: Bazı adaylar ders verdikleri alanlarda yazılan ileri düzeylerdeki çalışmalardan haberdar değiller. O ders ile ilgili dünyada genel kabul görmüş ve dolayısıyla her yerde okutulan kitapların bırakın içeriklerini, isimlerini bile bilmeyebiliyorlar. Jüri üyelerine ilişkin de temel bir sorun var: Bazı jüri üyeleri adayın uzmanlık alanı ile ilgisiz sorular sorabiliyorlar.
Bazı çalışmalar yapılmamalıydı
Peki, doçentlik sınavına ilişkin yazılı kurallar ile teamülleri, farklı bir ifadeyle kurumsal yapıyı nasıl değiştirelim ki bu sorunları en aza indirelim? Bu soruyu yanıtlayabilmek için sözünü ettiğim sorunların nasıl olup da ortaya çıktıklarına bakmak gerekiyor. Mevcut kurumsal yapı nasıl bir özendirme mekanizması yaratıyor ki bu sorunları sık sık gözlüyoruz?
Önce adayların çalışmalarındaki nitelik farkına bakayım. Bu fark, elbette bir dereceye kadar normal. Yetenekler farklı, alınan eğitimler farklı. Sorun olarak nitelediğim nitelik farkı, özellikle bazı çalışmaların hiç yapılmasalardı ülkeye daha fazla katkı yapacak olmaları ile ilgili. O çalışmaların basıldıkları kâğıtlar boşa harcanmamış olacaktı, ağaçlar boşuna kesilmeyecekti, o çalışmaları değerlendirmek zorunda olanların vakti boşa gitmeyecekti gibi. Elbette bu sorunu en aza indirmenin temel yolu, üniversiteye yeni alınan öğretim üyelerinin eğitim düzeylerinin yüksek olması.
Unvan bir ÅŸey ifade etmiyor
Ne yazık ki elde tutulan doktora dereceleri eğitimin yüksek olduğu anlamına gelmiyor. Çoğu durumda ise bu unvanlar hiçbir şey ifade etmiyor. Bu, daha sonra ele alacağım çok büyük bir sorun ile ilgili: Doktora eğitimleri çoğu zaman kalitesiz, bazen de çok kalitesiz. Sadece Türkiye’deki çoğu doktora programı için geçerli değil söylediklerim; yurtdışındaki kimi programlar için de geçerli.
Bu durumda her bilim dalı için bir doktora programı listesi düşünülebilir. Üniversiteye öğretim üyesi alınırken bir puanlama yapılacaksa, o listedeki programların mezunları yüksek puan alabilirler. Diğer programların mezunları ise ancak başka ölçütler açısından üstün başarılı iseler öğretim üyesi olabilirler. Elbette başka çözümler de olabilir; ileride tekrar döneceğim için şimdilik bu kadar yeter.
Alınan öğretim üyesinin kalitesi sorununu halletmek kolay değil. Halledilse bile, bazı öğretim üyeleri araştırma yapmaktan ve bu araştırmalarının sonuçlarını yayımlamaktan hoşlanmayabilirler. Onlar öğrencilere iyi eğitim vermekle yetinmek isteyebilirler. Bu makul bir istek; bu öğretim üyelerinin doçentliğe yükseltilmelerini falanca sayıda ve nitelikte çalışma kıstasına bağlamamak gerekiyor bu durumda.
Bunun yolu belki de üniversiteleri kabaca iki gruba ayırmaktan geçiyor: Araştırma üniversiteleri ve diğerleri. Diğerleri çok iyi eğitim vermeyi hedeflemeliler. Bu eğitim en fazla master düzeyinde olmalı; bu üniversiteler doktora programı açmamalılar. Böyle bir ayrım anlamlı geliyorsa doçentlik sınavları da farklı olur. Araştırma üniversitelerindeki doçent adaylarından nitelikli çalışmalar yapmaları beklenir. Şu andaki eşik nitelik ve nicelik değerlerini oldukça yukarıya çekmek gerekir bu durumda. Diğer üniversitelerdeki adayların ise en azından kendi uzmanlık alanlarında son gelişmeleri izlemeleri ve eğitim faaliyetlerinde kullanmaları beklenir.
Böyle bir düzenlemenin girişte değindiğim ilk iki sorunu çözebilmesi için bir başka düzenlemeye daha gereksinim var. Öğretim üyeleri bir dönemde kaç saat ders verecekler? Bu soru garip gelmesin; çok ilginç örnekler var Türkiye’de. Sürdüreceğim.apılmasalardı, basıldıkları kâğıtlar boşa harcanmamış olacaktı, ağaçlar boşuna kesilmeyecekti.
Fatih ÖZATAY