Türkiye devekuşu sendromundan kurtulamıyor.
Dün de böyleydi, bugün de böyle; korkuyorum yarın da böyle olacak. Gerçeğiyle yüzleşemeyen, sorunlarına gerçek çözüm üretmeyen, ama mükemmel bahaneler yaratan bir toplum olmaktan kurtulamıyoruz.
Bugünlerin popüler konusuna bakarken, yine aynı yaklaşım olduğunu görüyoruz. Patlayan dolar, bozulan (!) ekonomik göstergeler ve geleceğe yönelik olasılıklar tartışılıyor.
Daha önce Gezi’ye suç atıldı. MASAK araştırma yaptı, Gezi’nin dikkate değer bir lobisi yok. Babacan da ardından ekonomik sıkıntılarda bu faktörün etkisinin kısıtlı olduğunu dile getirdi.
Ama Başbakan ve ona yaranmak isteyenler ısrarla yaşanan ekonomik sıkıntılara kulp arıyorlar. Yaşanacaklara da şimdiden zemin hazırlamaya çalışıyorlar. Oysa yıllardır kullandığım bir tanımlama tam da yaşanan bilmecenin yanıtı: Başarılı ekonomi palavrası…
Israrla yıllardır altına imza atıyorum ki; Türkiye’deki tüm göstergeler ve başarı söylemi tamamen bir palavradan ibarettir. Şimdi şu suali tekrar ortaya koyalım: 17 Aralık olmasaydı, Türkiye bunları yaşamayacak mıydı? O zaman durumu güncel bir örnekle anlatayım.
Bu ülke son 11 yılda temeli olmayan bir bina yaptı. Fakat duyguları çakma dubai yaratmak olduğundan yetinmediler. Temeli olmayan bu binaya, dışarıdan aldıkları borçla her yıl bir kat daha eklediler. Baraka veya kasırgalarıyla ünlü ABD’deki gibi bir evler anlaşılabilirdi.
Ama temelsiz bu yapıya, gelen sıcak paranın sarhoşluğu içinde her yıl bir kat daha çıktılar. İlk depreme kadar dayanacak bu bina, ‘hiç bir şey olmaz anlayışı’ içinde yükseldikçe yükseldi. 2008 senesine geldiğimizde karşımızda küçük çaplı bir gökdelen duruyordu. 2008’de büyük bir sel felaketi oldu. Bina en büyük hasarını aldı.
Fakat dünyadaki fonlama anlayışının devam etmesiyle, gerçeklere gözlerini yummaya devam eden devekuşu sendromuna uğramış binanın yöneticisi akıllanmadı. Deprem gerçeğini unutup; temelsiz binaya yeni katlar çıkmaya devam etti.
Malzemesi bittikçe deniz kumu kullanmaya, kaçak çimento edinmeye yeltendi. Binada oturanların bir bölümü tehlikeyi sezip uyarınca, yükü hafifletmek adına, hanelerdeki külçe altın, banknot gibi değerler camdan aşağı atıldı. Bakınız özelleştirmeler…
Fakat ne bina hafifledi, ne risk azaldı. Sadece belki de afet sonrası ayakta kalmayı sağlayacak babadan kalma miras sokağa saçıldı. Oysa kar, fırtına, sel sürüyor; bina yıpranmaya devam ediyordu. 2013 yılının Mayıs ayında, yani Gezi’den önce FED ‘artık para yok’ mesajı verince, öncü deprem oldu. Binanın yöneticisi telaşlanmaya, sağı solu suçlamaya başladı.
Bütün derdi ana depremin yönetici seçimlerinden önce olmamasıydı. İşte temel konusu rüşvet veyolsuzluk olan 17 Aralık sadece bunu yaptı. Yöneticinin seçim öncesi, idareciliği sırasındaki skandal işlemleriyle ilgili iddiaları gündeme getirdi. Belki de yıl ortasında başlayacak tartışmalar erken başladı. Tek etki bu.
Depreme ve temelsiz binaya gelince… Depremin oluşumu kaçınılmaz bir biçimde önümüzde duruyor. Bugüne kadar pompalanan palavranın sonucu, gırtlağımıza kadar borçlanmış, eldeki değerleri de sokağa atmış bir biçimde sonucu yaşayacağız. Temelsiz bina mı? Halen birileri temeli olduğuna inanıyor ve kat çıkma arzusunu dillendiriyor.
Bina yöneticisi mi? İddiaları gündem dışında tutup, binadakilerin devekuşu sendromu içinde yaşamasını istiyor. Deprem mi? Tarım arazisine, temelsiz bina yapmışsın. Gelme diyorsun. Depremin olup olmaması ne kadar insanın elindeyse, gelen buhran da o kadar bizim elimizde.
Özetle bir film seyrettik. Adı: Başarılı ekonomi palavrası… Şimdi film bitti. Tek fark, tahsilâtı çıkışta yapıyorlar. Geçmiş olsun.