Dönüp İtalya’ya ‘Tahvillerini alıyorum. Ama vergileri arttıracaksın’ diyen ECB’nin ülkenize dayatmada bulunmasını ister miydiniz?
Katılım sürecine ilişkin görüşmelere başlamak üzere 2004 sonuna doğru Avrupa Birliği’nden (AB) tarih alınması, Türkiye ekonomisi açısından önemli bir gelişme oldu. 2001 krizinden sonra büyük çabalarla sağlanan makroekonomik istikrarın kalıcılığına yardımcı olacağı düşünüldü. Daha önemlisi, katılım sürecinde AB ile yapılacak müzakerelerin ve müzakereler çerçevesinde gerçekleştirilecek kurumsal değişikliklerin Türkiye’nin potansiyel büyüme hızını arttırmasına katkıda bulunacağı umuldu. Böylelikle zengin ülkelere yakınsamak mümkün olacaktı.
Hem istikrarı kalıcı kılmak hem de zenginler ligine terfi etmek için önemli bir çapa olarak gördüğümüz AB müzakere sürecinin (bizim açımızdan) karşı tarafı zor durumda. Olabilir, ülkeler ya da ülke toplulukları kimi zaman böyle ekonomik zorluklara girebilirler. Bir miktar acı çektikten sonra da doğru adımlar atarlarsa bu zorlukları aşarlar. Oysa AB açısından durum vahim. İçine girdikleri çok zor durumu ortadan kaldırmak için yeterli kurumsal mekanizmaları yok. Euro Bölgesi’nde parasal birlik var ama mali birlik yok. Konunun uzmanı iktisatçıların yıllar önce en temel olarak gösterdikleri zayıflık, Euro Bölgesi’nin içinde bulunduğu kâbusun da temel nedeni.
Çoğu uzman, Euro Bölgesi’nin dört bir yanını sarma eğilimi göstermekte olan yangının yayılmasını önlemenin sadece Avrupa Merkez Bankası’nın (ECB) elinde olduğunu söylüyor. ECB’nin, hem panik içinde elden çıkarılmak istenen hem de talep edilmeyen, bu nedenlerle de fiyatı sürekli düşen (faizi yükselen) İtalya’nın (ve benzer durumdaki ülkelerin) devlet tahvillerini satın almasını öneriyorlar. Böylelikle, bu tahvillerin faizlerinin yükselmesinin önleneceği ve İtalya’nın vadesi gelen tahvillerini ödemek için yapacağı yeni tahvil satışlarında daha düşük faizle borçlanabileceği ve biraz rahat nefes alabileceği umuluyor. Elbette bu uzmanlar böyle bir uygulamanın kalıcı çözüm olmayacağının farkındalar. Ama kalıcı bir çözüm üzerinde düşünmek, tartışmak, anlaşmak ve sonra da uygulamaya koymak için zaman gerekiyor. AB’nin zayıf liderlerinin böyle bir çözümü bulabilme olasılıklarının bugüne kadar gösterdikleri performans çerçevesindeki düşüklüğü bir tarafa, bu zamanı sağlamak, ancak yangının yayılmasını önlemekle mümkün. Bu nedenle yüzler ECB’ye dönmüş vaziyette.
Ama böyle bir uygulamaya özellikle kuzeydeki ülkeler karşı çıkıyorlar. Bu ülkelerin ECB yönetimindeki temsilcileri böyle bir uygulamanın yasal olmadığını vurguluyorlar (mesela dün Hollanda temsilcisi böyle bir demeç verdi). Kısacası, yine kurumsal bir sorun var. Bu sorun, “Hadi toplanıp bir karar alıp bu sorunu ortadan kaldıralım” yaklaşımıyla da ortadan kaldırılacak gibi değil. Zira özellikle Almanya başta olmak üzere Hollanda ve Belçika gibi ülkeler özünde bu tür uygulamalara karşılar. Sorun, şekilde değil özde kısacası.
Bir de Yunanistan ile İtalya’da son günlerde yaşanmakta olan siyasi gelişmelere bakın. Bu gelişmelerde, özellikle de Yunanistan’da yaşananlarda, Merkel ve Sarkozy’nin belirleyicilikleri ayan beyan ortada değil mi? Böyle bir şeyin Türkiye’nin başına geldiğini düşünün. İster miydiniz?
Son olarak şu noktayı atlamayın: ECB’nin devreye girmesi halinde ülkelere koşullar dayatması gerektiğini öne sürenler var. Mesela dönüp İtalya’ya “Tahvillerini alarak sana zaman kazandırıyorum. Ama bir koşulum var; maliye politikasında şu önlemleri hemen alacaksın: Üç zamana kadar vergileri arttıracaksın, beş zamana kadar da harcamaları kısacaksın.” Avrupa Merkez Bankası bürokratlarının ülkenize böyle dayatmalarda bulunmasını ister miydiniz?
Şu soruyu bir kez daha sormanın sırası değil mi: Hangi AB’ye katılmak istiyoruz?