Pazar yazım Kurban Bayramı’nın ilk gününe denk geldi. Ortalama yedi yılda bir olur. Canım gene ekonomi yazmak istemedi. Yunanistan krizi, enflasyon, dış açık, para politikası, vs. hiç biri acil durmuyor. İki gün daha beklemelerinin ne mahzuru olabilir?
Dün bayram yazıları arşivime göz attım. Ben de artık kıdemli yazar kategorisine girdim. Arada sırada eski yazılarımı tekrar yayınlama lüksüne sahibim. ŞekerBayramı’nda 1995’e geri dönmüştüm. Bu kez daha yakına geldim. 1 Şubat 2004’de Kurban Bayramı’nın ilk günü çıkan yazımı beğendim.
Genç okuyucularım için bu yazıların bir anlamı var mı? Sanmam. Fazla ilgilenmediklerini öğrencilerimden biliyorum. Ama benim neslimin duyarlılığımı paylaştığına eminim. Dolayısı ile onlar için yazıyorum diyebilirim.
Geçmiş özlemi
“Her geçen yıl dini bayramlarda bendeki geçmiş özlemi dozunun yükseldiğini izliyorum. Sadece dini bayramlar mı? Eski günleri olağan zamanlarda da daha çok hatırlamaya başladım.
Şu sıralarda özellikle eski İstanbul resimleri görünce çok duygulanıyorum. Hemen dikkatle inceliyorum. O hali ile kenti tanımaya çalışıyorum. Resimdeki mekanlarda anılarımı arıyorum. Kafamda geçmişle bugün arasındaki farkların listesini yapıyorum.
Sonra elimde olmadan bir hayal dünyasına kayıyorum. Ankara’dan geldiğim 1948 sonbaharında İstanbul’da sadece 800.000 kişi yaşıyordu. Sur dışında tarlalar, Vatan Caddesi’nin yerinde bostanlar vardı. Boğaz sırtları bomboştu.
Geri dönüşün imkansızlığı adeta bir karabasan gibi üstüme çöküyor. Evler, tarlalar, Rumlar, vapurlar, tramvaylar, meyhaneler, hepsi bir daha gelmemek üzere gitti. Bazılarının resimleri beni avutacak. Çoğunun hafızama nakşedilenler dışında resmi bile yok.
Giden sadece onlar mı? Esas gençlik gitti. Hep önümde sonsuz gibi duran bir gelecek var zannetmiştim. Meğer yokmuş. Aniden, heyecanla beklenen bir geleceğin yerini özlemle anılan bir geçmiş alıvermiş.
Son dinazorlar
Benim neslim, yani 1940’ların ilk yarısında doğanlar, aslında ilginç bir kopuş anının çocuklarıdır. Çünkü Türkiye’de bir tarım toplumu medeniyetinin durağanlığına birinci elden tanık olan son nesildir.
Örneğin İstanbul 1920’lerden 1950’ye kadar çok az değişmişti. Birkaç yeni bina, tek tük yeni yol, üç-dört yeni şehirhattı vapuru, hepsi o kadar. Kente göç yoktur. Nüfus artışı düşüktür. Yaşam her yıl bir önceki yıl gibi tekrarlanarak sürerdi. Yozgat, İzmir, Edirne, Konya, vs. Türkiye’nin bütün kentleri ve köyleri de aynı durumdadır.
1950’de o durağan dünya aniden hareketlendi. Çok değil, dört-beş yıl içinde İstanbul’da her şey değişmeye başladı. Eski düzen bir daha geri gelmemek üzere bizi terketti. Bizden sonraki nesiller büyüyen, kentleşen, değişen, dalgalanan, çalkalanan, velhasıl sinirli bir Türkiye’de gözlerini açtılar.
Bu süreç elektrik, buzdolabı, çamaşır makinesi, hipermarket, televizyon, otomobil, uçak, doğal gaz, okul, hastane, vs. bugünkü refahı getirdi. Bunları o gün hayal etmek bile mümkün değildi. Ama karşılığında enginarların eski lezzetini de götürdü.
Neyse ki, o lezzeti hatırlayan son dinazor nesli bizimki. Sonraki nesiller yaşlanınca neye özlem duyacak acaba? Çok merak ediyorum. Okuyucularımın Kurban Bayramı’nı kutlar, sağlık, refah ve huzur dolu günler dilerim.”
Asaf Savaş AKAT