IMF’nin geçen hafta yayımlanan ‘Dünya Ekonomik Görünümü’ raporunda işaret ettiği iki risk gerçekleşirse Türkiye ne yapmalı?
Önce şu noktanın altını özenle çizmek gerekiyor: Avrupa Birliği’ndeki kriz daha fazla yayılmasa, bir miktar da yatışarak ağustos ayı öncesindeki ‘sürüncemede’ durumuna dönse, ABD’den de bugüne kadar gelenden daha fazla kötü bir haber gelmese, Türkiye ekonomisinde bir sorun yaşanmaz.
Nedeni açık: Kamu borcunun milli gelire oranı oldukça düşük. Geçici gelirler dışlandığında bir yıl öncesine kıyasla maliye politikasında bir miktar gevşeme ortaya çıksa da bütçe performansımız oldukça iyi düzeyde. Hızlı kredi genişlemesinin kontrol altına alınacağı varsayımı altında bankacılık sektörü sağlıklı. Tüm bunların bir yansıması olarak da Türkiye’nin risk primi oldukça düşük bir düzeyde. Bu olumlu tabloyu tek bozan, yüksek düzeydeki cari işlemler açığının ağırlıklı olarak kısa vadeli sermaye girişleri ile finanse ediliyor olması.
İki büyük risk
Bu soruna karşı, yazının girişinde yaptığım ‘ağustos ayı öncesi küresel koşullara yeniden dönülmesi’ varsayımı altında, Türkiye’nin vermesi gereken politika tepkisi belli: Hızlı kredi genişlemesini frenlemeye çalışmak, kısa vadeli sermaye girişlerini caydırıcı kararlar almak ve geçici gelirler dışlandığında bir yıl öncesine kıyasla daha sıkı bir maliye politikasına geçmek. Hoş, “Ağustos ayında tanım gereği zaten ağustos öncesi koşullardaydık ama bu politikalardan sadece ilkine ve bir ölçüde ikincisine yönelik kararlar alındı” diyebilirsiniz. Olsun; bu tür bir politika bileşimi, tekrar o koşullara dönülürse Türkiye ekonomisini gayet rahat 2012 ve sonrasına taşır. Biz de oturur, potansiyel büyüme hızımızı arttırmak için neler yapmamız gerektiği tartışmasına yeniden döneriz.
Umarım döneriz yerine ‘dönerdik’ olmaz. Zira ortada iki tane büyük risk var. Bu riskler gerçekleşirse bu durumdan Türkiye’nin olumsuz yönde etkilenmeyeceğini, işsizliğin artmayacağını ve ekonomimizin daralmayacağını beklemek, kusura bakmayın ama bir miktar ‘safdillik’ olur. Bu o kadar ayan beyan ortada ki! 2008’de benzer koşullar altındayken Türkiye ekonomisi, kürenin 2008 sonbaharında karışması sonucunda 2009’da yüzde 4.8 küçüldü ve işsizlik de yüzde 10’dan bir ara yüzde 14.9’a kadar fırladı. Bu sefer o zamanki koşullardan farklı olarak bir de çok yüksek miktarda kısa vadeli sermaye çekiyoruz. Yani, geldiği gibi gidecek, bankalarımızı ve şirketlerimizi geri ödeme baskısı altına alarak bilanço küçültmelerine yol açabilecek bir borç türü bu.
IMF’nin geçen haftaki ‘Dünya Ekonomik Görünümü’ raporuna göre o iki risk şunlar: Birinci risk Avrupa’ya ilişkin. Avrupa’daki krizin Avrupalı politika yapıcıların kontrolü dışında geliştiğine dikkat çekiliyor raporda. Avrupalı siyasetçilerin bir türlü karar alamadıkları ima ediliyor. Ek olarak alınan bazı kararların yürürlüğe konulması için gerekli işlemlerin yapılmadığından şikâyet ediliyor. Hatırlarsanız 21 Temmuz 2011’de AB bir dizi karar almış ve bu kararlar piyasaları bir ölçüde rahatlatmıştı. Zira nihayet çözüme doğru bir irade gösterdiği düşünülmüştü Avrupalı liderlerin. Oysa bu kararlar yürürlüğe girmedi. Zira bazı ülkeler parlamentolarından gerekli onayları henüz almadılar. İkinci risk ABD ile ilgili. ABD ekonomisinin yavaşlamakta olduğu vurgulanıyor. Bu yavaşlamanın daha da hızlanması olasılığı var. Bunun bir temel nedeni ABD’deki siyasetin kutuplaşması. Bu kutuplaşma maliye politikası önlemlerinin yürürlüğe konulmasını engelliyor. Ek olarak konut piyasası ABD’de hâlâ zayıf. Artan belirsizlikler nedeniyle ekonomiye duydukları güven azalan ve dolayısıyla işlerini kaybetme kaygıları artan ABD’lilerin, daha az tüketip ileride zor zamanlarda kullanmak üzere tasarruflarını arttırma olasılıklarına dikkat çekiliyor. Bu koşullar altında finansal kurumların zayıflayacakları belirtiliyor.
Peki, bu risklerin gerçekleşmesi hangi politikalarla önlenir? Türkiye buna karşın ne yapmalı? Önemli sorular, deşmekte yarar var.