Türkiye’de ve dünyada ülkemizin ekonomisini takip edenler, şimdi orta vadeli program (OVP) meselesine takıldı. Bu hassasiyet, ülke ekonomisinin öngörülemez kırılganlıklar içinde olduğunun da bir yansıması.
Çünkü bugüne kadar çeşitli zamanlarda yapılan OVP’ler sonrasında bir takım değerlendirmeler getirdi. Bunun da son derece doğal olduğunu söylemek lazım. Ama öncesinde bu kadar üzerinde durulması, hatta OECD’nin bazı öneriler getirmesini doğru okumak lazım.
OECD’nin önerileri içerisinde şüphesiz kredi garanti sisteminde fayda / maliyet analizi gibi başlıklar kayda değer. Fakat genel vurgunun finans piyasaları üzerinde taleplerin altına dizilmiş, yapısal reformlar olduğunu gözden kaçırmamak gerekir.
Elbette bunun sakıncası görülmeyebilir. Fakat yapılan öneriler ve reform vurgusunun, Türkiye’nin adım adım IMF kapısına gittiğinin de izlenimini verdiğini söylemek gerekir. Oysa ben IMF yerine, alacaklılarla masaya oturup, yapılandırma ve yeni ödeme planları teklif etmenin, bu aşamada da gerçekten bir üretim ekonomisine dönüş yapmanın daha sağlıklı ve geleceği açık olduğunu düşünüyorum.
Şüphesiz Türkiye’nin bir yapısal reforma ihtiyacı var. İğneden ipliğe kadar hukuktan ekonomiye her alanda büyük açmazlarımız olduğunu biliyoruz. Fakat bu, iktidarın yaptığını gibi ‘ben yaptım oldu’ noktasında da, uluslararası kuruluşların bize dayattığı adı yapısal reform olan değişiklikler başlığında da olmamalı.
Mutlaka bunun bilimsel bir alt yapıya oturtulması, sektörlerden ve gerçek uzmanlardan görüşler alınması, sanayi, tarım, işgücü envanterlerinin yapılması, ardından da eğitimden kısa, orta ve uzun vadeli projeksiyonlarla donatılmış bir planlama oturtulması gerekir.
Zira bugünkü manzara içerisinde iktidar ne kadar günlük düşünüyorsa, uluslararası kuruluşlar da Türkiye adına o denli kalıcı başarılar adına düşünmüyor. Muhatap taraflar tamamen paralarını ya da günü kurtarmanın derdine düşmüşler.
Bu nedenle başlığa milli vurgusunu yaptım. Bazıları şimdi bunun dünya ekonomisi içerisinde entegrasyonumuz, finansal bağımlılıklarımız, ödeme zorunluluklarımız gibi bir dizi nedenle mümkün olamayacağını söyleyecekler.
Ama iyi niyetli olanları bir kenara koyarsak, bazılarında milli vurgusunun alerji yaptığını da belirtmekte yarar var. Oysa akıl ve bilim üzerine kurgulanmış, ama Türkiye’nin çıkarlarını önceleyen, işbirliği içinde olduğumuz ekonomileri de ikna eden bir dönüşüm mümkün.
Şayet bu ülke bizim geleceğimiz üzerine kurgulanacaksa, farklı görüşlerde de olsak hepimizin ortak derdi, Türkiye’nin güçlü, mutlu ve zengin bir ülke olmasıysa, yapısal dönüşüm lafını tüm gelişmekte olan ülkelere dayatılan yapısal reform reklamından çıkarıp, gerçek bir dönüşümün ve kalkınmanın ihtiyaçları doğrultusunda algılamak lazım.
Aksi takdirde bir takım tavizler verdiğinizle kalır; el elde baş başta ne yapacağınızı bilemeden kronikleşmiş sorunlarınızın ağırlaştığı bir tabloyla ülkeyi kaderine terk edersiniz.