Kıskananlar, çatlayanlar, patlayanlar bir yanda dursun, kendimizi gazla çalışan bir ülke haline getirip gözlerimizi yummamız öte tarafta… Şunun altını net bir biçimde çizeyim ki Türkiye’nin büyük potansiyeline çok inanıyorum. Ama bu potansiyelin finans alanında olduğunu da düşünmüyorum.
Bu ülke, üretici gücü, yaratıcı zekası, doğru kurgulanabilirse, sahip olduğu değerler ve uygarlık tutkusuyla dünya ekonomisinde, bağlantılı olarak da siyasetinde söz sahibi olabilir. Fakat olmayan tasarruflarıyla finans merkezi olmaya soyunmak, kısa vadede çok gerçekçi değil.
Eğri oturup doğru konuşalım. Türkiye’nin potansiyeli, jeopolitik özellikleri olmakla birlikte kişi başına düşen milli gelirler üzerinden satın alma gücü paritesi bazlı yapılan hesaplamada dünya ortalamasındaki payı ciddiye alınır ölçüde değil.
Sadece yüzde 1,41… Yıllar içerisinde büyüyüp büyümediğimizin sağlamasını yaparsak, IMF kaynaklı raporlara göre 1987 – 2014 dilimi içerisinde Çin’in yüzde 330, Güney Kore’nin yüzde 53 büyüme kaydettiğini görürüz. Türkiye’nin aldığı paydaki yükseliş oranı ise yüzde sıfır. İlk 20 ekonomi içerisindeki üç basamaklık sıra kaybımızı bile göz ardı etsek aynı yerdeyiz.
Yani öyle bahsedildiği gibi kıskanılacak bir ekonomik büyüklüğe de, hacme de sahip değiliz. Bunu değiştirmenin metotları hakkında fikir vermesi bakımından Çin ve Güney Kore örneğini verdim. Dışarıdan borç alıp, havaalanı ya da yol yaparak dünya ekonomisinde etkili olamazsınız.
Çarkı tersine çevirmek için önce bu gerçekle yüzleşmemiz lazım. Mevlana’ya sormuşlar: O kadar okursun, o kadar yazarsın ne bilirsin? Mevlana cevabı vermiş: Haddimi bilirim. Bu zannedildiği gibi kötü bir şey değil. Ne olduğunuzu bilirseniz; ne olmaya karar vereceğiniz ya da ne olmak istediğiniz ile ilgili çalışmaya başlama noktası hakkında da fikir sahibi olursunuz.
Şimdi ülkemde dünya finans merkezi olma hayalleri kuruluyor. Bu proje ortaya atıldığında İstanbul önündeki rakiplerini geçerek etkin bir finans merkezi olacaktı. 45’inci sıradaki İstanbul, ilk beşe bile girse en az 40 ülkeyi geçmek zorundaydı.
Peki bunu neyle yapacaktı? Ne yazık ki ortada kendi yarattığı katma değer olmadığına, rakiplerin de batılı sermayedarlar olduğuna göre körfez sermayesini çekerek yapacaktı. Bundan halen vazgeçilmiş değil. Nitekim eksi bakiyeyle kurulan, içine ne var ne yok tüm mal varlığının konulduğu varlık fonunun bu yolda önemli bir mihenk taşı olacağı belirtildi.
Ne var ki gelinen noktada bırakın öndeki rakipleri geçmeyi, daha kötü bir performansla karşı karşıya kaldık. Farklı finans merkezlerinin gücünün kıyaslandığı çalışmanın raporu Z/Yen Grup tarafından açıklandı. Buna göre Türkiye 21 basamak gerileyerek 66. sıraya düştü.
Diyebilirsiniz ki İngilizler’e ait bir şirketin raporundan bana ne? Öncelikle 45. sırada olduğumuzu söyleyenler de bunlardı; dünya finans merkezi olmak istiyorsanız, ikna etmeniz gerekenlerden biri de bunlar.
Geçeceğimizi söylediğimiz rakiplerden mesela Singapur, New York ile farkı 8 puan daha azaltarak sadece 20 puan seviyesine çekti ve şu an listede üçüncü. Yani hep belirtildiği gibi Londra ve New York güç kaybederken, birilerinin atak yaptığı doğru, ama o biz değiliz.
Niye? Bize kıskanıyorlar mı? Deli saçması bu söylemi bir kenara bırakarak, ticari alacak sigortası konusunda çalışmalar yapan Coface’ın, 159 ülkeyi kapsayan son siyasi risk endeksi raporuna bakalım.
Buradaki tespitlere göre Türkiye 26. sıradaki konumuyla yüzde 60 oranla ‘yüksek siyasi risk’ kategorisinde bulunuyor. Daha riskli ülkeleri öğrenmek istemezsiniz bile. Sadece ilk üç sırayı söyleyeyim. Afganistan, Irak, Libya… Dikkatinizi çekerim bu sadece siyasi risk. Taşıdığımız ekonomik risklerle dünyanın en kırılgan beş ekonomisinin başında geldiğimiz bu hesabın içinde yok bile.
Peki tüm bunları alt alta koyup ne yapalım? Başımızı ellerimizin arasına alıp kara kara düşünelim mi? Elbette değil. Sadece sahip olmadığımız özelliklerle, sağa sola efelenip komik duruma düşeceğimize, sahip olduğumuz özellikleri doğru bir planlamayla işleyip, farklı bir çıkış arayalım. Yoksa mı? Sadece zaman, para ve güç kaybederiz, üstüne bir de gülünç duruma düşeriz.
Ne diyor Einstein: “Aslında herkes dahidir. Ama siz kalkıp bir balığı, ağaca tırmanma yeteneğine göre yargılarsanız, tüm hayatını aptal olduğuna inanarak geçirir.” Vazgeçelim ağaca tırmanma tutkusundan.