Türkiye’nin bir zamanlar büyümesinin olmazsa olmazı, sonra baş belası olarak nitelendirilen cari açık rakamları açıklandı. 12 aylık açık haziran ayı itibariyle 44,6 milyar dolar… Düşmüş mü? Evet; geçen seneye göre bir gerileme var.
Ama ekonominin sağlığı üzerinde yarattığı etki ne kadar, tartışılır? 150 kilo bir insanın 140 kiloya düşmesi sağlığında ne kadar olumlu etki yaparsa, nasıl finanse edileceği halen muamma olma özelliğini koruyan bu cari açık da ekonomi üzerinde o denli olumlu etkiye neden olur.
Avrupa Birliği ekonomisinin notu düşürülüyor; Rusya daralıyor; para beklediğimiz Suudi Arabistan tahvil ihraç etmek yoluyla 27 milyar dolar borçlanıyor; Çin’in devalüasyonu sonucu gelişmekte olan piyasalar bir kez daha ihracat açmazına giriyor; FED faiz arttırmaya hazırlanıyor; dünyadan para çekiliyor; petrol fiyatlarının daha da düşeceği söyleniyor.
Ortadoğu deseniz zaten bir yangın yeri; enerji fiyatları nedeniyle tek kaybettiğimiz pazar da Rusya değil; kuzey güney hepsi gitti. Her ne kadar petrolün varil fiyatının 110 dolar olduğu zamana göre, 50 dolara düşmüş halinde pompada akaryakıt fiyatlarımızın neden daha yüksek olduğu çözülemese de durum bu…
Velhasıl doğal olarak ihracat yapamıyoruz. İhracat yapabilmek için üretime, üretmek için de ithalata bağlı bir yapımız olduğundan da eskisi gibi ithalat da gerçekleştiremiyoruz. Dünya daralıyor; ihracat dibe vuruyor; dış ticaretimiz azalıyor ve doğal olarak cari açık düşüyor.
Ama konuşulmayan bunun normal olmadığı ve hangi parayla karşılanacağının bilinmiyor olduğu gerçeği… Yani cari açığın ne kadar olduğu değil; neden kaynaklandığı önemli…
Peki, söylenen ne? Ekonomi Bakanı Nihat Zeybekçi, bunun çok büyük başarı olduğunu anlatırken, yılın ikinci 6 ayında cari açığın daha da düşeceğini müjdeliyor. Niye? Çünkü sorarsanız bu, onların ekonomik dehasının ve uygulamalarının bir sonucu…
Şimdi Bakan Zeybekçi’nin bu sözünü yorumlamak doğru mu; bilemiyorum. Zira benzer performanslarına yetişmek mümkün değil. Fakat bundan nasıl bir başarı hikâyesi çıkardıklarını düşünürken, aklıma bir Nasrettin Hoca fıkrası geldi.
Hoca’nın gece vakti dili damağı kurumuş; içi yanmış. Mutfağa gitmiş ama ilaç bile içecek bir damla su yok. Bahçeye kuyudan su çekmeye çıkmış. Kuyunun kapağını kaldırınca ne görsün? Ay kuyuda parlıyor.
‘Eyvah boğulacak’ demesiyle çengelli ipi alıp gelmesi bir olmuş. Hoca, saatlerce ayı çengelle yakalayıp, kuyudan çıkarmak için uğraşmış. Sonunda çengel kuyu taşına mı takılmış bilinmez, Hoca çektim gelmez bir ağırlıkla mücadele etmiş.
Var gücüyle ipe asılınca sırt üstü yere serilmesin mi? Bir de bakmış ki dolunay gökyüzünde pırıl pırıl parlıyor. Derin bir oh çekmiş ve söylenmiş kendi kendine: “Çok şükür Allah’ım; yoruldum ama ayı da boğulmaktan kurtardım.”