Bir ülke düşünün ki, iktidara sahip olanlar, kamuoyunun bilgilenme hakkını gasp etsin. Onu kontrol altına alsın ve istemediği şeylerin yazılmasını engellesin. Bununla da kalmayıp, algı yönetimiyle istediği haberlerin çıkmasına baskıyla müdahale etsin.
Böyle bir ülkede ne gelişmeden söz edilebilir ne de gerçek bir özgürlükten… Sonuçta da bu ülkenin kendi yalanları içinde boğulması, sorunlarına gözlerini kapatarak, devekuşu sendromu ile yok olması kaçınılmazdır.
Bu ülke kim? Osmanlı Ä°mparatorluÄŸu… Yani atalarımız, dünümüz… Ä°ÅŸte buna baÅŸkaldırışın simgesidir 24 Temmuz Basın Bayramı… 2. MeÅŸrutiyet’in ilan edilmesiyle birlikte, padiÅŸahın baskısından kurtuluÅŸun ve 1876 yılından kalma sansür kararnamesinin çöpe atıldığı bir süreci temsil eder.
25 Temmuz 1908 itibariyle İkdam ve Sabah gazetelerinin sahiplerinin gelen sansür memurlarını ‘Gazeteler hürdür, sansür yasaktır’ sözleriyle geri çevirmesinin anısına kutlanır. Şimdi geldiğimiz nokta ne?
Başbakan’ın her fırsatta asırlar öncesine atıfta bulunduğu projelerin hayatımıza girdiği noktada ne söyleyeceğiz? ‘Asırlık hayal gerçek oldu mu’ diyeceğiz. Elbette bu süreç içinde zaman zaman basın yayın organları yanlış ilişkilerin içine girdiler.
Şüphesiz baskı gördüler. Ama hiçbir zaman bu denli göbekten bağlanan ve otosansüre geçen bir basın fotoğrafımız oluşmadı. Yazık ki 106 sene öncesine geri döndük. Bugün iktidarın yaptığı tüm yanlışları örtebilmesinin temelinde, ilk operasyonu basın üzerinde yapmasının kilit rol oynadığını unutmamak gerekir.g
Ele geçirilen televizyonlar, gazeteler, dergiler, hatta internet siteleri tek sesli bir Türkiye yaratılması projesiyle bizleri 1908’in çok öncesine döndürdüler. Direnenlerin cezalandırıldığı, yok edildiği, kuruluşların el değiştirmeye zorlandığı, bu konuda iktidar gücünün sonuna kadar kullanıldığı bir dönemi yaşıyoruz.
Şundan şüpheniz olmasın ki, bu ülkede basının çoğunluğu gerçekten ellerindeki kalemin namusuna uygun davransa, ülkede bu kadar fütursuzca hukuksuzluk, yolsuzluk ve yalan dolaşamazdı. Ama dedim ya; en büyük, ilk ve akıllı operasyon basına yapılmıştı.
Bana sorarsanız bunda basın kuruluşlarımızın sahibi olmuş kişilerin, devletle içli dışlı olması, ihale peşinde koşması ve gazeteci patronlardan vazgeçilmesi çok etkili oldu. Ama yine bence son dönemin en önemli kırılma noktası Kanaltürk’tür.
O dönem Gazeteci Yazar Tuncay Özkan’ın ‘bizi boğuyorlar’ haykırışına Türkiye’de basın kafasını çevirmemiş olsaydı; bunun gerçekten çok önemli bir kırılma noktası olduğunu bilseydi ve kalemini ikbale satanlar, korkudan susanlar mesleğe hakim olmasaydı; bugün konuştuklarımızın birçoğunu konuşmuyor olacaktık.
Çünkü Türkiye’de gerçekten geniş kitlelere hitap edebilen, fikri farklı olsa da doğrunun peşinde koşan gazeteciler çoğunlukta olacaktı. Şimdi onlar işsiz ya da karşılarında yüksek perdeden bağıran bir senfoni orkestrasıyla meslek namusunun mücadelesini veriyorlar.
Peki kırılma nerede mi olacak? Yeni bir 25 Temmuz sabahına ihtiyacımız var: ‘Gazeteler hürdür, sansür yasaktır’