Geçtiğimiz günlerde çalıştığı kurumla yolları ayrılan Banu Güven, Başbakan’a mektup yazdı. Satırların detaylarına girmeyeceğim, ama bu satırları uzun zamandır basın üzerindeki baskıları anlatan ve buna mukabil ortadaki büyük sessizliği yansıtan, okumayanların mutlaka okumasını tavsiye ettiğim son derece önemli bir metin olarak görüyorum.
Bu ülkede gazetecilik mesleğini kamu adına yaptığını unutan genel bir çoğunluğun, dönemin gücüne yaranmak ve maaşını garantiyi almak için, halk adına yaptığı görevi halka rağmen istismar etmesidir utanç verici olan…
Başı yanacak diye konuşmaktan imtina edip, başı yananlara kafasını çevirip, başı yandığında konuşmaktır meslek adına üzüntü veren… Tıpkı Nedim Şener olayında olduğu gibi… O güne kadar onlarca gazeteci, mesleklerini yaptıkları için gözaltına alınırken, Şener ile birlikte ‘sıra bize de gelir mi’ korkusuyla meydanlara dökülmektir utanç duyulması gereken…
Soruyorum size: O basın protestolarının ardından okuduğunuz haberlerde bir şey değişti mi? Yine medyanın geneli birçok konuda görmemeye, konuşmamaya, yazmamaya devam etti. Ne değişti? Hiçbir şey… Mesleğini yapmak konusunda, meslektaşlarımızın nasıl imtina ettikleri, ne denli otosansür uyguladıkları Banu Güven’in satırlarında bir kez daha alenen gözler önüne seriliyor.
Peki basın susarsa ne olur? O ülkede yapılanlar yanlış bile olsa, kamuoyuna başarı olarak sunulur. Gelişmelerde kamuoyunun genel çıkarları değil, o işten nemalanan lobilerin düzenlemeleri sorunsuzca işlerlik sağlar.
Mesela bakın bugünlerde kıdem tazminatının kaldırılmasından bahsediliyor. Şimdi basın bu işi gerçek anlamda ne kadar konuşabilecek? Kendi özlük haklarının bile arkasında duramayan bir meslek grubunun, toplumun haklarını arayabileceğine ihtimal veriyor musunuz?
Medya neden dördüncü kuvvet sıfatına layık görülmüştür? Vatandaşı yönlendirmek için mi, bilgilendirmek için mi? Çarpıklıkları, eksiklikleri, yolsuzlukları ortaya dökmek için mi, kapatmak için mi?
Medya, basın dediğiniz olgu o kadar önemlidir ki, kirlerin ortaya çıkarılmasını sağlayan faktör de, çamaşır makinesi de olabilir. Sizce bugün genel resimde hangi seçenek duruyor? Siyasetçiler hiçbir dönem basından hoşlanmamıştır. Her zaman da baskı altına almak için türlü yollar denemiştir.
Bu konuda başarılı olduğu dönemler de olmuştur. Fakat her şeye rağmen basın, namusunu teslim etmemiş ve en azından çalışanlar yani gazeteciler dik durabilmeyi başarmıştır. Ne yazık ki hiçbir dönemde bu ülkede, belki medya değil ama basın bu kadar sindirilememiştir.
Simavi’nin Hürriyet Gazetesi’nin sahibi iken, bir imar problemi karşısında, orada kendi mülkü de varken ‘Haberse, muhatap ben bile olsam yazın’ dediği günlerin çok gerisinde kaldık.
Çünkü ortada gazeteci patronlar kalmadı. Kalanlar içeri tıkıldı. Dün birbirini yok etmek için siyaseti kullanan medya patronları ise, bugün siyasetin pençesinde kendi canlarını kurtarmanın peşine düştü.
Şimdi tüm bu gerçekleri düşünerek Banu Güven’in Başbakan’a yazdığı mektubu tekrar okuyun. İşte mektup, işte resim… Tevfik Fikret’in Süleyman Nazif’e yazdığı mektubunda dediği gibi resimde görülen gerçek bugün şu satırlarda gizli:
“Gazetesinde bir jurnal sureti basmayanlar artık gazeteci sayılamıyor. Sonra içimizde, o edepsizleri kötülüklerinin üstün gelmesinden dolayı kutlamaya koşacak, ‘Bir gaza ettin mi, hoşnut eyledin Peygamber’i’ alkışlarıyla, onların bu danışıklı dövüşlerini, namussuzluğunu, bu vicdanı kıran yenmesini alkışlayacak namuslular da var.”
Yine de mesleğim adına şunu söylemeliyim: Geç de olsa, teşekkürler Banu Güven.