Araştırma üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yıllık ders yükünün normal koşullarda dördü geçmemesi gerekiyor.
Son iki cumartesi ele aldığım sorunlar ile öğretim üyelerinin bir dönemde verdikleri ders sayısı arasında ilişki var. Araştırma üniversitesi niteliğindeki bir üniversitede genellikle yılda dört ders yükü oluyor öğretim üyelerinin. Öğretim üyesinin gösterdiği araştırma performansına, kimi zaman da bölümdeki koşullara bağlı olarak bu sihirli dört sayısı değişebiliyor; üçe inebiliyor ya da beşe, bazen de altıya çıkabiliyor.
Yılda iki akademik dönem olduğunu düşünürsek, bu her dönem başına 2 ders anlamına geliyor. Dolayısıyla, haftada bir öğretim üyesi yaklaşık 8 saat derse giriyor. Bunun dışında kalan zamanını kendini geliştirmeye, araştırma yapmaya, tez yapan öğrencileriyle ilgilenmeye, konferans vermeye, sınav ve ödev kâğıtlarını okumaya ve benzeri faaliyetlere ayırıyor.
30-40 saat ders
Oysa Türkiye’de azımsanmayacak sayıda üniversitede haftada 30-40 saat arasında ders veren ya da ders verdiği görünen öğretim üyesi var. Çoğu üniversitede normal lisans programlarının yanı sıra ikinci öğretim yapılıyor. Bu akşam programları sadece lisans düzeyinde değil master düzeyinde de olabiliyor. Üstelik bazı programlar çok kalabalık. Bu çok sayıda ders, çok sayıda sınav kâğıdı okumak anlamına geliyor. Doçentlik sınavlarında kimi adaylar yeterli çalışma yapmamalarının bir nedeni olarak çok sayıda ders vermek zorunda kalmalarını gösteriyorlar. Kimi zaman bu bir bahane olarak kullanılsa da genellikle gerçeği yansıtıyor. Bir önceki yazımda üniversiteleri, araştırma ve eğitim üniversiteleri olarak ikiye ayırmanın yararlı olabileceğini belirtmiştim. Araştırma üniversitelerindeki öğretim üyelerinin yıllık ders yükünün normal koşullarda dördü geçmemesi gerekiyor. Eğitim üniversitelerinde bu sayı daha yüksek olabilir. Ama açık ki haftada 30-40 saat ders, inanılmaz bir ders yükü; üniversiteyi üniversite olmaktan çıkarıyor. Bu yükü üzerine alan bir öğretim üyesinin kendini geliştirmek üzere alanındaki yeni gelişmeleri izleyecek zamanı bulamayacağı ortada.
Bu olgunun arkasında iki temel neden var: Birincisi, öğretim üyelerinin aldıkları ücretler düşük. Akşam yapılan ikinci öğretimlerde verilen dersler için öğretim üyeleri ek ücret alıyorlar ve bu ücret, normal ücretleri ile karşılaştırıldığında onlar için önemli olabiliyor. İkincisi, bazı bölümlerde çok az sayıda öğretim üyesi var. Buna rağmen master programı açıp, üstüne ikinci öğretim de yapabiliyorlar. Bu nedenin, şüphesiz birinci neden ile ilgisi var. Ama bazen de üniversite idaresinin baskısı sonucu ortaya çıkabiliyor.
Sözünü ettiğim ücret-ders sayısı-kendini geliştirememe-eğitimin kalitesinin düşmesi-nitelikli araştırma yapılamaması sorununa bir de şöyle bakmak gerekiyor. Bu üniversitelere girmek için çok sayıda lise öğrencisi her gün dershanelere koşturuyor. Sabah-akşam test çözüyorlar. Çok gergin aylar geçirip hayatlarının en güzel dönemlerinden birinde onları geliştirici hiçbir sosyal faaliyette bulunamıyorlar. Aileleri hem maddi olarak zorlanıyor hem aynı gergin dönemi onlar da yaşıyorlar.
Durup sakin bir şekilde düşünün; çok ama çok garip bir durum değil mi? Şu daha da garip: Bu durumu oluşturan kurumsal yapı gökten inmedi, biz oluşturduk. Bir türlü de içinden çıkamıyoruz.
Fatih ÖZATAY