Dünya çapında tanınan bir Türk markası biliyor musunuz? Boşuna hafızanızı zorlamayın. Çünkü ülke içinde anlı şanlı gözüken markaların, uluslararası piyasaya çıktığında değeri yok. Yılları sair ekonomi politikalarının sonucu olarak ‘satış’ odaklı yaklaşımlar, aldığımız tüm yola rağmen, istenen değeri katmıyor.
Marka, katma değer demek… Bunun en güzel örneği İtalya’dır. Dünyada hammadde kaynağı açısından son derece kısır olan bu ülke, yıllar önce stratejisini oluştururken bu gerçeği göz önünde bulundurarak markalaşmaya yatırım yapmıştır.
Biz ise ‘kısa vadede parayı’ düşündüğümüz için satış odaklı firmalar oluşturduk. Bugün gelinen noktada ise tüm performansa rağmen gerçekleşen patinaj görüntüsü bunun eseri. Yani katma değer yaratmadığımız için koşu bandında efor sarf eden insanlara benziyoruz. Sayaç işliyor, ama makine durduğunda mesafe kaydedemiyoruz.
Elbette geldiğimiz nokta, dün ile kıyaslandığında çok önemli. Bu sözlerimden verilen emeği küçümsediğim anlamı çıkmasın. Ama birbirimizi kırmayacağız diye, kamuoyunun yanıltılmasına da göz yumamazdım.
Türk Patent Enstitüsü Başkanı Prof. Dr. Habip Asan çıkmış reklam yapıyor. “Türkiye 2011 yılında 120 bin marka başvurusuyla Fransa’yı da geride bırakarak ilk kez Avrupa birincisi oldu.” Bravo… Sonuç? Kartopu gibi büyüyen bir dış ticarette zarar ve ona bağlı cari açık.
Demek ki iş kuru kalabalık ile olmuyor. Marka da başvuruyla da olunmuyor. Burada yaratılan patent kriterine bakmak lazım. Uluslar arası Patent Birliği’nin eski Başkanı Kemal Yamankaradeniz’in bundan birkaç sene önce patent başvurularıyla ilgili verdiği bilgilere bakalım.
“En çok patent müracaatının gerçekleştiği ülke Japonya, yılda 450 bin adet başvuru oluyor. Bu sayı Amerika’da 250 bin, Almanya’da ise 150 bin. Gelişmiş ülkelerin kriterlerinde en önemli faktörün bu patent sayıları olduğunu görüyoruz. Mesela Japonya’da 450 bin patent var, bunların elbette hepsi üretime girmiyor. Yüzde 60’ının belgeye bağlandığını varsayarsak bunlar 10 sene sonraya ilişkin teknolojileri hedefliyor.
Güney Kore’yle 50 yıl önceki ekonomik durumumuz aynıyken bugün onların ne kadar ilerlediğini görüyoruz. Güney Kore’de 110 bin patent başvurusu varken yıllık bizde bu 500 seviyesinde. İsrail hükümetinin aldığı bir karar var: Birimi 250 dolardan aşağı olan ürün üretmemek. Bizim ürünlerimizin birimine baktığımızda 10-15 dolar arasında değişiyor.”
İşte acı tablo bu… Çünkü patent demek, yenilik demek, ar-ge demek ilk planda yatırım ve emek, ama orta ve uzun vadede kazanç demektir. Araştırma geliştirme yatırımları konusunda ortaya koyduğumuz dramatik tablo ile marka yaratmamız mümkün değil.
Peki bunun sağlamasını nasıl yaparız? Türkiye’nin ekonomik büyüklüğü ne kadar? 750 – 800 milyar dolar civarında… Ali Babacan’ın açıklamasını baz alalım. Altını çiziyorum cari fiyatlarla 1,1 trilyon dolar.
İşin sanalını bir kenara bırakırsak 800 milyar dolar diyelim. 74 milyonluk ülke ve içinde ağırlıklı olarak sıcak para, borç faizleri, ithalat gibi ağırlıklı temel verilerin de katılmasıyla ulaşılan büyüklük bu… Bu haliyle dünyanın en ilk 20 ekonomisi içinde gözüküyor.
O zaman geçtiğimiz günlerde basına yansıyan ‘Apple’ firmasının piyasa değerini hatırlayalım. 468 milyar dolar… Zorlasa Türkiye’yi yakalayacak. Bu rakamıyla bile ‘eğer ülke olsa 21. sırada’ yer alıyor.
Peki niye? Çünkü marka olmak böyle bir şey… Nasıl marka oldu? Bütün dünyaya satılan Iphone ve Ipad’i yarattı. Mac bilgisayarla ortaya çıkardığı devrimi de unutmamak gerekir. Bunu nasıl yaptı? Yatırım, ar-ge ve inovasyon ile… Bunları yerine getirip, katma değerli ürünler oluşturduğu için gerçek bir marka oldu.
Velhasıl kelam şu: Başvuruyla iş bitmiyor, marka da olunmuyor. Marka olsanız dahi bu dünya çapında olma sonucunu getirmiyor. İşte bu nedenle Türkiye’deki holdingler, Avrupa’nın orta büyüklükteki işletmelerine denk geliyor. Ve siz böyle kendinizi kandırmaya devam ederseniz, bir gün sahip olduğumuz firmaların da iç ve dış pazarda çok feci dayak yediğine şahit olacağız. Milleti kandırmaktan vazgeçin, işinizi yapın.